6 Kasım 2010 Cumartesi

Çardakkuşlarından rönesans numaraları


Çardakkuşları, kargalar ve kuzgunlarla beraber Corvidae infra-takımında yer alan Avustralya ve Yeni Gine'de bulunan bir kuş familyasıdır. Bir kuşun kargalar ve kuzgunlarla yakın akraba olması bu kuştan özel bir şeyler beklemeniz için yeterli zaten. Netekim bu çardakkuşları da beklentinizi boşuna çıkarmıyorlar.

Çardakkuşları isinlerini erkeklerin kurduğu çardaklardan alıyor. Bugünkü konuğumuz olan Büyük Çardakkuşu (Chlamydera nuchalis) çubuklardan iki tane duvar yapmak suretiyle bir koridor gibi bir çardak kuruyor, resimdeki gibi (bu çardakkuşlarının kurduğu iki çardak tipinden biri, diğeri ise merkezi bir çubuğun etrafında bir kulube gibi kurulan çardaklar). Koridorun iki ucunda da beyaz-gri taşlar ve objeleri koyduğu bir alan var. Bu taşlar, gösterinin esas parçaları olan renkli objeler için bir arka plan oluşturuyor.

Bu çardaklar erkeklerin çiftleşmesinde merkezi bir yere sahip çünkü dişiler erkenlerin yaptığı çardakları değerlendirip ona göre o erkekle çiftleşmeye karar veriyorlar. Dişiler erkekleri ziyarete geldiklerinde çardağın bir ucundan bakarak erkeklerin gösterisini izliyor. Bu gösteri, erkeklerin hem öterek (çardak kuşları aynı zamanda çok iyi taklitçiler), hem de renkli objelerini gagalarında kaldırıp dişiye göstermesinden ibaret. Dişi eğer bu gösteriyi beğenirse erkekle çiftleşiyor, yok beğenmezse uçup gidiyor.

Dişi çiftleştikten sonra yuvayı kendisi yapıyor, yavrulara kendi bakıyor, kısacası erkeğin yavruların bakımına hiç bir katkısı yok. Erkeklerin işi gücü ise çardakları üzerine çalışmak, öyle ki sanki bir sanatçı gibi devamlı taşların yerlerini azıcık değiştiriyor sonra çardaklarının öbür ucuna giderek acaba oldu mu dermişcesine bakıyorlar. Çardaklarını "güzelleştirmek" için komşularından objeler çalmaları çok sık rastlanan bir olay.

Buraya kadar çardakkuşlarının en ilginç kuşlardan biri olduğuna ikna olmadıysanız, buyrun buradan yakın. Geçtiğimiz aylarda Current Biology dergisinde basılan bir makale büyük çardakkuşlarının çardaklarının iki tarafındaki beyaz-gri objeleri kullanarak, görsel sanatlarda zorlama perspektif olarak bilinen optik bir yanılsamayı yarattıklarını gösterdi. Buna göre erkekler büyük taşları çardaktan uzağa, küçük taşları ise çardağın yakınına diziyorlar. Çardağın bir ucundan bakan bir dişi için bu çardağın arkasındaki gri alanın olduğundan daha küçük görünmesi demek. Araştırmacılar bu zorunlu perspektifin rastgele bir şey değil, erkekler tarafından özellikle dikkat edilen bir nevi mimari bir tercih olduğunu göstermek için 15 çardakta küçük ve büyük taşların yerlerini değiştirip bu zorunlu perspektif etkisini tersine çevirmişler. Üç gün sonra aynı çardaklara geri geldiklerinde çardak sahibi erkeklerin taşları eskisi gibi boyutlarına göre tekrar dizdiklerini bulmuşlar. Bu da erkeklerin çardakları üzerinde çalışırken taşları özellikle bu boyutlarda dizdikleri anlamına geliyor.

Çardakkuşlarının kullandığı zorlama perspektif bizim türümüzün mimarisi ve sanatında da yaygın olarak kullanılan bir etki. Örneğin ünlü Potemkin (Odessa) merdivenleri aşağı tarafında daha geniş yukarısında da daha dar olduğundan alttan bakıldığında olduğundan daha uzun, yukarıdan bakıldığında da olduğundan daha kısa görünüyor. Keza, zorlama perspektif Bizans sanatında yaygın olarak kullanılan ve ön plandaki objeye dikkati çekmeye yaradığı düşünülen bir teknik. İlginç bir not olarak, insanların perspektifi tam olarak anlaması ancak Rönesans zamanında mümkün olmuş.

Çardakkuşlarının zorlama perspektifi neden kullandıklarını henüz bilinmiyor. Bizanslı sanatçılar gibi belki onlarda dişileri kendilerini izlerken ön plandaki objeye (yani kendilerine ve gagalarında tuttukları objeye) dikkati yoğunlaştırmay çalışıyor olabilirler, ama henüz bu olasılığı test eden deneyler yapılmadı. İlginç bir nokta da, bir çok davranışta olduğu gibi erkeklerin ne kadar zorunlu perspektif etkisi yarattığında da erkekler arasında farklar var: Nasıl her insan aynı seviyede resim çizemiyorsa, erkek çardakkuşlarının bazıları da bu görsel etkiyi yaratmakta diğer erkeklerden daha başarılı. Araştırmayı yapan John Endler ve arkadaşlarına göre bu farklar dişilerin erkekleri değerlendirmesinde rol oynuyor olabilir. Bu da ilerideki araştırmaların konusu olacak bir sorun. Şimdilik tek bildiğimiz bir sebepten dolayı erkek çardakkuşları perspektife önem veriyor.

Daha fazla okumak isteyenler için
Çardakkuşları için genel bilgi (İngilizce): http://en.wikipedia.org/wiki/Bowerbird
ScienceDaily sitesinde makale hakkında çıkan yazı: http://www.sciencedaily.com/releases/2010/09/100909122801.htm
Makalenin kendisi
resim: (c) Graeme Chapman







3 Kasım 2010 Çarşamba

Volkanik küller, plankton patlamaları ve som balıkları: Bir "Yer Sistemi" öyküsü

Sizce Alaska'nın bir ucunda, Aleut Adalari'ndaki bir volkan patlaması, 2000 km ötede Kanada'nın batısındaki nehirlerdeki som balığı (salmon)* populasyonlarını etkiler mi? Etkilemeyi bırakın, ya bu nehirlerdeki 20 yıldır azalan stokları daha önce görülmemiş bolluk seviyelerine taşıdığını söylersek inanır mısınız? Geçtiğimiz ay (Ekim 2010) yayınlanan bir çalışma ve bunu takip eden bir teori, bu harika ekosistem ilişkisinin gayet olası olduğunu gösteriyor.

Hikayemiz British Columbia - Kanada'daki Victoria Üniversitesi'nden okyanusbilimci Roberta Hamme'nin başını çektiği bir çalışmayla başlıyor. Geophysical Research Letters'ın Ekim 2010 sayısında çıkan bu makale, Ağustos 2008'de Aleut Adaları'ndaki Kasatochi Volkanı'nın patlamasıyla havaya yayılan küllerin, aynı ayın sonlarında Kuzeydoğu Pasifik'de bir fitoplankton patlamasına neden olduğunu ortaya koydu (haritaya bakabilirsiniz). Üstelik bu patlama, sürekli gözlemlerin yapılmaya başlandığı son 12 yıl içindeki en büyük fitoplankton patlaması! Peki, bu nasıl mümkün olmuş, volkan külüyle fitoplanktonun ne ilgisi var?


Fitoplankton, daha özelinde okyanusta fotosentez yapan tek hücreli canlılar, organik bileşenleri üretmek, çoğalmak için çeşitli besin elemanlarına ihtiyaç duyarlar: nitrat ve fosfat, kimisi icin silikat (ışık ve inorganik karbonun okyanus yüzeyinde zaten yeterli miktarda bulunduğunu düşünelim). Bir de fitoplanktonun az da olsa metallere gereksinimi vardır, özellikle de demire. Fakat, okyanusun ücra yerlerine demir pek ulaşamaz, zira demir ya kıtalardan denizlere taşınır, veyahut deniz tabanındaki hidrotermal kaynaklardan okyanusa pompalanır, ama bu ikinci kaynağın da okyanus yüzeyine ulaşabildiğinden henüz emin değiliz. Dolayısıyla bu ücra denizlere demirin ulaşmasının en önemli yolu, çöl tozlarının atmosfer vasıtasıyla bu yörelere ulaşmasıdır, ancak bu da çok episodiktir. İşte Kuzeydoğu Pasifik Okyanusu da böyle demir azlığı çeken ve dolayısıyla fitoplankton üretiminin demirle sınırlanmış olduğu bir bölge. Aleut Adaları'ndan yayılan volkanik küller de demir içeriyor ve Hamme ve arkadaşlarının yazdığına göre 1.5-2 milyon km2 kadar bir alanda bu küller denize karışıyor. Ardından da demir limitasyonu ortadan kalkmış ve görülmemiş ölçekte bir fitoplankton patlaması yaşanmış.

Peki, ya som balıkları?

British Columbia nehirlerindeki som balığı stokları 1913 yılından beri takip ediliyor ve son yirmi yıldır da stoklarda endişe verici bir düşüş gözlemlenmiş. Ancak 31 Ağustos'da yetkililerin açıklamasına göre, 1913'den beri görülen okyanustan nehirlere en büyük som balığı göçü bu yıl gerçekleşmiş! Yaklaşık 34 milyon balığın yumurtalarını bırakmak amacıyla Fraser Nehri'ne giriş yaptığı tahmin ediliyor. Uzmanlar da yirmi yıllık trendin tersine dönmesini ve tarihin en büyük stoğunu öngörememiş olmanın verdiği saşkınlık içinde modellerinin sistemin karmaşıklığını ne derece temsil ettiğini sorgulamaya başlamışlar. Balık endüstrisi de böylesine büyük bir stoğu avlayamadığı için (zira azalan stoklar avlanmaya da önemli kısıtlamalar getirmiş) sert bir tepki göstermiş. Yani kaçan balık büyük olmuş!

Henüz bu yıl gerçekleşen stok patlamasının nedeni tam olarak bilinmiyor, ama Kanada'nın önde gelen balıkçılık uzmanlarından Tim Parsons, buna neden olarak yukarıda bahsettiğimiz "patlamaları" - yani önce volkanik ve ardından gelen fitoplanktonik olanı- öne sürüyor. Som balığı, fitoplankton üzerinden beslenmiyor, ancak fitoplanktonu yiyen zooplankton bu balığın yiyeceği. 2010 yılında nehirlere dönen som balıklarının da 2008 sonbaharında okyanusta fitoplankton bolluğundan faydalanan zooplanktondan beslenmiş olması olası. Elbette ki bu yılki som balıklarının bu kadar büyük sayılarda nehire dönüş yapıyor olmasının başka faktörleri var ve şimdiden araştırmacılar bu konuya eğilmiş durumda (gerçekten çok karmaşık bir konu). Ancak şurasını belirtmeden geçemeyiz: stokların hayli yüksek olduğu 1958 yılından iki yıl önce de Kamçatka yarımadasında hayli şiddetli bir volkanik patlama olmuş. Yani, en azından demir azlığı çeken Kuzey Pasifik Okyanusu icin som balığı populasyonları ve volkanizma arasında nedensel bir ilişki olasılığı var.

Tim Parsons'un teorisinin ne derece ayakta kalacağını önümüzdeki yıllarda göreceğiz, ama bu son bulgular ve haberler ekosistemin çeşitli bölmelerinin nasıl birbiriyle içiçe olabileceğini çok çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Bu anlattıklarımız çok yeni gelişmeler gibi görülebilir, ama arkaplanında (British Columbia özelinde) bir taraftan 100 yıllık bir balıkçılık kaydı, ve buna ek olarak da 12 yıllık sistemli bir Kuzeydoğu Pasifik biyojeokimyasal gözlem etkinliği var. Bu da doğayı anlamaya yaklaşmak icin sürekli ve sistematik gözlemin ne kadar önemli olduğunu bize gösteriyor.


Daha fazla okumak isteyenler için linkler:
NatureNews - Canada sees shock salmon glut
Science Daily plankton patlaması haberi
Roberta Hamme et al. makale
Nature News - Sparks fly over theory that volcano caused salmon boom

* Türün tam adı "sockeye salmon", yani "Oncorhynchus nerka". ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü web sitesindeki deniz biyolojisi sözlüğüne göre salmon'un Türkçe'ye çevirisi somon olarak yapmak yanlışmış - doğrusu "som balığı" olarak geçiyor.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Şarkı serçelerinin marifetleri


Herkese yeniden merhabalar,

Bir süredir kumpanyamiz sessizliğe büründü, farkındayız. Ancak sanmayınız ki yazarlarımız bu süre zarfında boş boş oturdu :). İşte bunun son kanıtı, yazarımız Çağlar Akçay'ın son çalışmaları BBC'de haber olarak yeraldı. Çağlar kumpanyamızda ekoloji ve hayvan davranışı yazılarıyla tanınıyor.

Akçay'ın başını çektiği araştırmacılar, Animal Behaviour'da yayınlanan çalışmalarında şarkı serçelerinin kimin kavgacı olup kimin olmadığını ayırt edebildiklerini ortaya koydu. Daha detaylı Türkçe haber için Evrimi Anlamak sitesinin güncesine buradan gidebilirsiniz. BBC'deki haberi de buradan okuyabilirsiniz.

Çok yakında, Müspetilimler'de yeni yazılarla karşınızda olacağız.

18 Mayıs 2010 Salı

Sağlık Bakanlığı etik kurulunda ilahiyatçı olur mu?

"Benim üstümde ilaç denemiyorlar, onun yerine ruhani danışman desteği sağlıyorlar"

Memleketteki ilginç bir tartışmayı kaçırmışız yine: Sağlık Bakanlığı, Mart ayında değiştirdiği "Klinik araştırmalar yönetmeliği"nde, bu araştırmaların hepsinin izin alması gereken etik kurullarına bir adet de ilahiyat mezunu üye atanmasını şart koşmuş. Tahmin edileceği üzere, bu olay basında biraz yankı bulmuş (ama çok da değil herhalde), özellikle "laik" kesim AKP hükümetini dini bilime karıştırmakla suçlamış. Ben konunun politikasına girmeyeceğim -- politik tartışmalar olayın din, bilim ve toplum kümelerinin kesişiminde kalan esasını perdeliyor, "çöp adam" (straw man) argümanları ortalıkta uçmaya başlıyor.

Konuya, başlıktaki soruya yanıt vererek başlayalım: kısaca evet, olabilir. Uzun cevabı, din adamlarının ya da daha da genel anlamıyla ilahiyatçıların tıpla ilgili etik kararlara girdi yapmasınında prensip olarak bir yanlışlık yok. Ancak bu "prensip olarak" yargısı, çok sınırlı bir yargı, bir şeyin prensipte olabileceğini söylemek, ne "olmak zorunda" anlamına gelir, ne de pratikte uygulamasını haklı çıkarır.

Bahsi geçen kurullar hakkında biraz bilgi verelim. Bu kurullar, yeni ilaç ve tedavilerin etkinliğini araştıran klinik araştırmaların etik kurallara uyup uymadığını denetlemekle yükümlü. Yani örneğin yeni bir ilacın tansiyonu düşürmede etkin olup olmadığını araştırmak istiyorsunuz; araştırmayı yapmak için bu kuruldan izin almanız gerekiyor. Kurul, en az 10, en fazla da 15 üyeden oluşuyor. Bu üyelerin içinde temsil edilmesi öngörülen alan ve uzmanlıklar şöyle (bu ilaç klinik araştırmaları etik danışma kurulu için -- kaynak burada):
- Biri çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı olmak üzere, tercihen İyi Klinik Uygulamaları kurallarına göre düzenlenmiş klinik araştırmalara araştırmacı olarak katılmış en az dört uzman hekim,
- Farmakoloji alanında doktora yapmış veya uzmanlığını almış, tıp doktoru, en az bir farmakolog,
- Bir tıbbi etik uzmanı veya deontolog,
- Bir halk sağlığı uzmanı,
- Bir eczacı,
- Hukuk fakültesi mezunu bir üye,
- Sağlık mesleği mensubu olmayan, sağlıkla ilgili bir kurum veya kuruluşta çalışmayan ve klinik araştırmalarla ilgisi bulunmayan ilahiyat fakültesi mezunu bir üye,
İlk olarak dikkatimi çeken, tıp ve ezcacılık mesleğinden kurula atanacak üyelerin hangi uzmanlık dalından olmaları gerektiği konusunda görece açık (ve kulağa mantıklı gelen) ifadeler varken, hukuk ve ilahiyat fakültesi mezunlarının hangi uzmanlık dalından olacağı hiç belirtilmemiş. (İlahiyat mezunu üyenin tıp mesleği dışından olması gerekmesi sanırım "tıbbın ilerlemesi" amacını topluma olası zararlar riskiyle dengelemek için, ancak tam da çözebilmiş değilim.) Yani tıp bilimiyle önceden hiç bir ilişkiniz olmasa bile, ilahiyat mezunu olmak sizi bu kurul için yetkin yapıyor, ancak doktorsanız, yetkin görülmeniz için bir klinik araştırmaya katılmanız tercih sebebi. Bu farazi bir kaygı da değil; bu kurullarda şu anda görev yapan dört ilahiyatçının arasında iki tefsir uzmanı, iki de islam ceza hukuku uzmanı var. Bu dört üyenin hiçbirisi, görebildiğimiz kadarıyla, tıbbi bir araştırmanın etik sonuçları, riskleri ve getirileri konusunda oturup düşünmüş, yazıp çizmiş değil. Dolayısıyla bu kurula bir şekilde dinle uğraşmaları dışında bir yetkinlik getirdikleri şüpheli.

Bu demek değil ki bir ilahiyatçı ya da din adamı tıbbi etikten anlayamaz, hasta haklarını koruyamaz. Ancak ilahiyatçıların özel olarak konuya getirdikleri bir şey var mı da illaki bir ilahiyatçı olacak diye sormak da yerinde. Örneğin, yukarıdaki listede en az bir tıbbi etik uzmanı ve bir hukukçu yer alması isteniyor; bu uzmanlık alanlarının bir etik kuruluna bir şeyler katacağı bariz bir şekilde ortada. Ama ilahiyatçıların bu kurula ne katacağını açıklayan düzgün bir argüman görmedim ben. Müzmin muhafazakar "apologist"imiz Mustafa Akyol birşeyler yazmış, ama dediği kaba bir "is-ought" ayrımından, yani bilimin bize ahlaki kurallar veremeyeceği argümanından öteye gitmiyor. Bu genel ilke hakkında ne düşünürseniz düşünün (katılan da var katılmayan da) mesele bu değil burada. Mesele, klinik bir araştırmanın olası risklerini değerlendirmede, bu risklere değecek fayda getirip getirmeyeceğini belirlemede ve hasta haklarının korunmasında ilahiyat mezunu olmanın getirdiği özel bir yetkinlik, bakış açısı olup olmadığı.

Mesele eskiden ilahiyatçıların bu kurulda görev yapamıyor olması da değil. Mevzuatın eski halinde bu son üyede sadece üniversite mezunu olmak şartı aranıyordu; yani bu üyeler ilahiyatçı da olabilirdi. Aslına bakarsanız, bu da çok iyi bir düzenleme değil, zira yine masaya konuyla ilgili bir uzmanlık ya da yetkinlik getirme şartı yok, ancak en azından içinden seçilecek kitleyi sebepsiz yere gelişigüzel şekilde kısıtlamıyor.

Bilim, din ve toplum kesişiminde tartışmamız gereken bir çok konu var. Ancak bu tartışmaların yapıcı olabilmesi için ilk başta amacın sorun çözmek ve doğrusu neyse onu yapmak olduğu konusunda uzlaşmamız gerek. Maalesef Türkiye'de bu ilkeyi kabul etmekten çok uzağız. Bunun gibi anlamsız, gerekçesiz ve sorumsuzca mevzuat değişiklikleri, tarafların birbirlerine zaten az olan güvenini daha da azaltıyor. Bu yüzden de tartışılması gerekenler tartışılmıyor, yapılması gerekenler yapılmıyor, yapılmaması gerekenler ise yapılıyor. O yüzden, siyasi görüşümüz, dini inancımız ve felsefi kabüllerimiz ne olursa olsun, özellikle de halk sağlığıyla ilgili böyle düzenlemelerin gerekçeleri ortaya konulup tartılarak yapılmasını talep etmemiz gerek.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Neanderthal insanlarıyla akraba çıktık

Hala satılıyor mu bilmiyorum; biz küçükken Martin Mystere isimli bir çizgi-roman vardı. Özel dedektif ile İndiana Jones arası bir karakterin maceralarını anlatırdı. Bu Martin amcanın bir yardımcısı vardı, Java isimli bir Neanderthal insanı. Bu vatandaş dilsiz ama güçlü kuvvetli idi, ve duyuları insanüstü hassastı. Kısacası, insan gibi görünüyor, yürüyor, giyiniyordu, ancak daha "ilkel" atfedilebilecek bazı özelliklere sahipti. Sanırım bu, o zamanlar Neanderthal insanlarından haberi olan bir çok kişinin aklındaki imajı yansıtıyordu.

"Neanderthal adamı, havayı vahşi bir hayvan gibi kokluyordu..." Belki bizde de aynı genlerden vardır.

Tabi Martin Mystere'nin ilk sayısı çıktığından beri, Neanderthaller hakkında çok şey öğrendik, öğrenmeye de devam ediyoruz. Neanderthal insanları, günümüzden 30bin yıl öncesine kadar Avrupa'da yaşamış (bu evrimsel anlamda çok kısa bir zaman) ve modern insanlara en yakın olan tür; yani gerçek anlamıyla kuzenlerimiz. Geçtiğimiz hafta Science'da çıkan iki makale, bu kuzenler hakkında bazı çarpıcı bulguları ortaya çıkardı. Makalelerin ilkinde, Richard Green ve çalışma arkadaşları, ilk defa elde edilen Neanderthal genom dizilimini bildiriyor (makalelere erişim açık; bakmanızı tavsiye ederim). Dahası, Neanderthal dizilimini dünyanın değişik bölgelerinden günümüz insanının genomuyla karşılaştırarak modern insanların atalarının Neanderthallerle muhtemelen üremiş olduklarını gösteriyor; yani bir anlamda kuzenden daha da yakın olabiliriz. Bu yargıya ulaşmalarının sebebi, Neanderthallerin genetik olarak Avrupalı ve Asyalılara, Afrikalılara olduklarından daha yakın olmaları, yani Avrupa ve Asya popülasyonları Afrika popülasyonundan ayrıldıktan sonra Neanderthallerle aralarında bir gen akışı olmuş.

Aslında bu bir açıdan çok şaşırtıcı değil; Avrupa kıtasında ve Ortadoğu'da Neanderthallerle modern insanların 50bin yıl kadar bir arada yaşadıklarını arkeolojik bulgulardan biliniyordu. Ancak şimdiye kadar düşünülen, iki türün birbirleriyle üremedikleri idi; bu son bulgular ise aksini gösteriyor; modern insanların en azından bir kısmı, Neanderthallerle daha önce zannettiğimzden daha yakın akraba. Green ve arkadaşlarının tahminine göre Avrasya insanları, yüzde 1 ila 4 oranında Neanderthal soyuna sahip.

Yine aynı araştırma grubunun liderliğindeki ikinci makalede ise, Burbano ve çalışma arkadaşları, bu sefer modern insanlar Neanderthallerden ayrıldıktan sonra genom dizilimlerinde ne kadar değişim olduğunu soruyor. 50 günümüz insan genomuyla Neanderthal dizilimini 14bin değişik noktada karşılaştırarak, Neanderthallerle modern insanın soylarının ayrılmasından itibaren (yaklaşık 500 milyon yıl önce), insan popülasyonlarında neredeyse 90 tane amino asit değişiminin sabitlendiğini (yani aynı değişimin bütün insanlarda göründüğünü) gösteriyorlar. Bu değişimlerin kodlanan proteinler üzerindeki etkisini henüz bilemiyoruz, ancak bu farklılıkların kendi evrimimizi anlamakta önemli katkıları olacağı kesin; zira en yakın akrabalarımızdan bizi ayıranların önemli bir parçası bunlar.

Konuyla ilgili İnsan Doğası ve Evrim'deki yazıyı da okumanızı tavsiye ederim.

Science dergisinin konuyla ilgili özel hazırladığı sayfalara da bir göz atabilirsiniz.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Şempanzeler ve ölüm

Nedense, ta Darwin'in zamanından beri "maymundan gelmek" evrim teorisiyle alay etmek için kullanılan bir terim olagelmiş. Bir keresinde Evrimianlamak.org hakkında benimle röportaj yapan bir radyo sunucusu, hani evrime karşı olduğundan değil de, maymunlar çok çirkin olduğu için maymunlardan gelme fikrine karşı olduğunu belirtmişti!

Ben şahsen maymundan gelmenin neden kötü olması gerektiğini hiç bir zaman anlamadım. Sadece maymunlar değil, kedi, köpek, çalıkuşu ya da toprak solucanı ile uzaktan kuzen olmamız fikri bende huşu ve merak arasında bir duygu uyandırıyor. Özellikle de konu davranış olunca hayvanlar dünyasının geri kalanıyla akrabalığımız çarpıcı şekilde ortaya çıkabiliyor. Bugün bahsedeceğim makaleler de buna örnek teşkil ediyor.

Fotoğraf: Aaron Logan
Bilimsel makale genelde insanı hislendiren bir edebiyat dalı değildir, ancak Current Biology'nin en son sayısında ardarda çıkan iki kısa makale oldukça dokunaklı. Makaleler, iki farklı şempanze (Pan troglodytes) popülasyonundan, yaşayan en yakın akrabalarımız olan bu büyük insansı maymunların kendi türlerinden bir bireyin ölümü karşısında davranışlarını ele alıyor. Makalelerden birincisinde, James Anderson, Alasdair Gillies ve Louise Lock, İskoçya'da Blair Drummond safari parkında yaşayan yaşlı bir şempanzenin ölümünü ve birlikte yaşadığı diğer üç şempanzenin buna tepkilerini betimliyorlar. Ölen şempanze, yaşı 50'nin üzerinde olduğu tahmin edilen Pansy. Diğer grup üyeleri ise yine 50 yaş civarında olan Blossom, ve Pansy'nin kızı Rosie ile Blossom'un oğlu Chippie. Pansy ve Blossom, parka 1970'lerde bir sirk tarafından bağışlanmışlar.

2008 yılının Kasım ayında Pansy, giderek daha halsiz ve daha az aktif davranmaya başlıyor ve bakıcıları Pansy'i yazlık adadan alıp kışı geçirmesi için ısıtılmış mekana taşımakta güçlük çekiyorlar. Bunu sonradan başarsalar da, Aralık ayının başında Pansy'nin durumu kötüye gidiyor, yemeden içmeden kesilip gecelediği alanı neredeyse hiç terketmiyor. Grubun geri kalanı bu süreçte normalde olduğundan çok daha sessiz ve durgun davranıp, normalde yattıkları alan yerine Pansy'e yakın geceliyorlar.

En sonunda, 7 Aralık günü Pansy yemeyi tümden bırakıyor; bakıcıları acil bir müdahale gerekmesi ihtimaline karşı diğer şempanzeleri başka bir alana alıyorlar. O gün öğleden sonra, kendini güçlükle ayağa kaldırıp, Rosie'nin önceki gece gecelediği yuvaya gidiyor ve oraya yatıyor. Bundan bir saat sonra Pansy'nin ölmek üzere olduğunu anlayan bakıcıları diğer grup üyelerinin Pansy'nin yanına gelmesine izin veriyor ve olanları video kamerayla kaydediyorlar.



Kaydedilen görüntülerde grup üyeleri Pansy'nin son anlarında diğer grup üyelerinin onun yanında vakit geçirip onu tımar ettikleri görünüyor. Pansy son nefesini verdikten sonra da Rosie yanından ayrılmıyor, elini tutuyor ve geceyi yanında geçiriyor. Sabah yanlarına gelen Blossom ve Chippie, Pansy'nin üstüne dökülmüş saman parçalarını temizliyor; Chippie, sanki Pansy'i uyandırmak istercesine saldırma hareketi yaparak Pansy'nin göğsünü yumrukluyor. Pansy'nin ölümünü takip eden haftalarda hayatta kalanlar daha durgun davranıp, normalden az yiyorlar. Pansy'nin öldüğü platform daha önce her gece kullanılmasına rağmen 5 gece boyunca kimse orada yatmıyor.

Bu davranışlar tıpkı bir yakınını hastalık sonucu kaybeden insanların davranışlarına benziyor. Şempanzeler çok uzun süre yaşayan, güçlü sosyal bağları olan ve empati gösterebilen hayvanlar. Bu yüzden tıpkı insanlar gibi, ölmekte olan bireyi rahat ettirmeye çalışmaları ve sonrasında kederlenip yas tutmaları bir anlamda normal. Dahası, tıpkı insanlar gibi, şempanzeler de her ölüm olayına aynı şekilde tepki vermiyorlar. Örneğin daha önce gözlemlenen kaza ya da saldırı sonucu ölümlerde şempanze grupları çok daha ajite bir şekilde tepki veriyor.

Şempanzeler ve ölümle ilgili ikinci makale biraz daha tüyler ürpertici, ama belki de daha dokunaklı. Dora Biro ve çalışma arkadaşları, Gine'de, Bossou ormanlarında yaşayan bir şempanze grubundaki iki annenin, ölen yavrularının cesetlerini biri 19, diğeri 68 gün boyunca taşımalarını ve sanki canlıymış gibi bakmalarını betimliyor. Bu süreçte cesetler mumyalaşıyor (muhtemelen kısmen de olsa annelerin sinekleri kovalaması sayesinde) ve özellikle 68 gün taşınan cesedin iskeleti kısmen hasar görüyor. Daha da ilginci gruptaki diğer bireyler de mumyalaşmış cesetlerle oynayıp, kollarını ve bacaklarını hareket ettiriyorlar (bu davranış aşağıdaki videoda görülebilir -- UYARI: görüntüler rahatsız edici olabilir).



Cesetleri taşıyan annelerin yavrularının ölü olduğunu gerçekten anlayıp anlamadıklarını şu aşamada bilmek mümkün değil. Ancak yavruların meme emmediklerini ve hareket etmediklerini farkettikleri kesin, cesetleri taşırken normalde kullanmadıkları teknikler kullanmaları buna işaret. Ancak ne olursa olsun, bu gözlemler şempanzelerde anne ile yavru arasındaki bağın, ölümden bile güçlü olabileceğini gösteriyor.

Hayvan davranışına dair yaygın olan bir görüş, hayvanların (hatta bazılarına göre kendi türümüzün de) hayatta kalmaya ve üremeye programlanmış basit robotlardan ibaret olduğu. Giderek artan veriler ise gösteriyor ki bir çok hayvan çok daha karmaşık ve gelişkin davranışlara sahip. Öyle ki, artık hayvanların "iç dünyası"ndan söz etmek çok da fantastik bir önerme değil. Hastalıktan ölen annesinin elini tutan, geceyi yanında geçiren ve haftalarca iştahı kesilen bir şempanzenin gerçekten de keder hissine sahip olması bence o kadar da uzak bir olasılık değil.

O yüzden belki de "maymundan gelmek" için o kadar da fazla bir mesafe katetmemiz gerekmiyordu.

9 Nisan 2010 Cuma

Erkek deniz iğnesi hamile kalınca...

Müspet İlimler Kumpanyası olarak bugün bir konuk yazarı ağırlıyoruz: Uzay Sezen, ODTÜ Biyoloji Bölümü'nden mezun olduktan sonra Connecticut Üniversite'sinden bitki popülasyon genetiği alanında doktorasını aldı. Şu anda Georgia Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışan Uzay, geçtiğimiz ay Nature'da yayınlanan deniz iğnelerinin üreme biyolojisinin evrimi ile ilgili bir makale üzerine çok güzel bir yazı hazırlamış. Bu ilginç hayvanlar hakkında çok şey öğreneceksiniz.

Uzay'ın yazısını takiben Çağlar Akçay'ın orijinal makaleyle ilgili bazı eleştirilerini bulabilirsiniz. Bilim dünyasında, özellikle hızla ilerleyen ve tartışmalı olan konularda aynı bulguların farklı bilim adamları tarafından farklı yorumlanması sık rastlanan bir durum. Farklı görüşlere sahip araştırmacılar arasında yürütülen tartışmalar ve ortaya çıkardıkları araştırma soruları en sonunda gerçeğin ne olduğunu daha iyi kavramamızı sağlıyor. Uzay ve Çağlar'ın yazılarıyla bu sürece bir nebze de olsa tanık olacaksınız. Lafı daha fazla uzatmadan sözü Uzay'a bırakıyoruz...


Erkek deniz iğnesi (Syngnathus spp.) hamile kalınca...
Dr. Uzay Sezen, Georgia Üniversitesi

Canlılığın sürekli değişen sorunlara karşı geliştirdiği evrimsel çözümleri anlayabilmek için doğadaki alışılmışın dışındaki üreme biçimlerini mercek altına almakta yarar var. Doğada genel olarak dişiler yavru bakımının getirdiği yük nedeniyle seçici roldedir. Erkekler, dişilerin seçici süzgecine takılabilmek için pek çok kılığa bürünür (eşeysel seçilim). Birbirine evrimsel açıdan yakın akraba olan denizatı (Hippocampus spp.) ve deniz iğnesi (Syngnathus spp.) türlerinde doğada görmeye alışkın olduğumuz eşeysel roller değişmiştir. Deniz iğnelerinde hamileliği erkekler üstlenir.

Deniz iğnesi (Syngnathus leptorhynchus). Fotoğraf: peter_r (Flickr)
Bu balıklar eş seçiminde her zaman daha iri yapılı bireylere yönelirler. Denizel ortamda irilik kaynak kullanımındaki verimliliğin ve üretkenliğin doğrudan göstergesidir. İri dişiler daha çok besin depolanmış yumurtalar taşır. İri erkekler dölütlerin (embryoların) gelişimi sırasında daha geniş olanaklar sağlar (savunma, oksijen, besin vs.). Çiftleşme görülmeye değer uzunca bir dans ile başlar. Erkekler çiftleşme sonrasında döllenen yumurtaları dişiden alarak hamileliği üstlenir. Her erkek 12 ile 14 gün süren hamileliği sırasında tek bir dişiden gelen yumurtaları taşır. Dölütler erkeğin vücudundaki özel bir kese içinde gelişimlerini sürdürür. Texas A&M Üniversitesi'nden Kimberly Paczolt ve Adam Jones’un gerçekleştirdikleri çalışma hamile erkeklerin bu çok romantik gibi görünen rolü epey değişik bir mizaç ile oynadığını gösterdi.

Alışılagelmiş haliyle dişinin güdümündeki eşeysel seçilim çiftleşme daha gerçekleşmeden işler. Dişi beğenmediği bir erkek ile çiftleşmez. Deniz iğnesinin erkekleri doğada dişilerin tekelinde olduğunu düşündüğümüz bu seçiciliği çiftleşme sonrasına da taşır. Hamilelik erkeklerin üreme hızını yavaşlatır. Erkeklerin yavaşlığı dişilerin üremesine kısıtlama getirdiği için dişiler arasında çiftleşmeye hazır olan erkekler için çekişme başlar (*).

İri bir dişi ile çifleşmenin erkek deniz iğnesi üzerindeki yükü ağırdır. İri dişilerin iri dölütlerini beslemek hamilelik sırasında erkeği tüketir. Yapılan gözlemler böylesi bir hamileliğin ardından gerçekleşen çiftleşmenin sonuçlarının başarısız olduğunu gösteriyor. İşin ilginç yanı gücü tükenmiş bile olsa erkeğin çiftleşmeyi reddetmemesidir. Erkek deniz dikeni art niyetli bir eyleme girişerek kalitesi daha düşük bir dişi ile çiftleşiyor ve hamileliği sırasında bu dölütleri seçici olarak beslemiyor. Hatta daha da ileri gidip dölütleri besin kaynağı olarak kullanıyor (**). Böylece enerji gerektiren hamilelik süreci karlı bir eyleme dönüşüyor. Erkek deniz iğnesi, bir sonraki çiftleşme döneminde karşılaşmayı umduğu afet-i azamı düşünerek kaybettiği zaman dışında ciddi bir zarar görmüyor.

Dişi (büyük) ve erkek (küçük) deniz iğneleri. Fotoğraf: Patrick Nilsson (Flickr)

Adnan Menderes Üniversitesi'nden Dr. Murat Bilecenoğlu'ndan aldığım bilgiye göre yurdumuzda Syngnathus cinsinden toplam 7 türe, Nerophis cinsinden ise 2 türe sahibiz. Deniz iğneleri Marmara ve Karadeniz kıyılarında daha yaygın olarak görülüyor. Ege ve Akdeniz sahillerinde yarım metreye kadar inen sığ lagünler içindeki deniz erişteleri (Posidonia oceanica) arasında İzmir Kuş Cenneti, Tuzla, Homa dalyanı, Köyceğiz lagünü, Adana-Yumurtalık lagünü gibi yerler bu balıkların yaşam alanları arasında.


Deniz iğnelerinin neye benzedigini merak edenler şu videoyu izleyebilirler.

(*) aklıma Adile Naşit’in hamam kavgalı film sahneleri geldi.

(**) havyarın yüksek besleyici değeri iyi bilinir. Ayrı bir çalışma, dölütlerde bulunan amino asitlerin (protein yapıtaşı) erkeğin karaciğerine ve kaslarına göç ettiğini ve yavruların besin kaynağı olarak kullanılabildiğini gösterdi.


Yüklenmeyin yiğitlere...
Çağlar Akçay, Washington Üniversitesi

Biz bilimi kurallar ve istisnalar silsilesi olarak görsek de, belki de doğadaki çeşitlilik bizim çoğu zaman hayal ettiğimizden daha fazla çıkıyor. Bu durumun kendini en güzel gösterdiği yerlerden biri eşeysel üreme. Biz memeliler her ne kadar genel kuralın ‘yuvayı dişi kuş yapar’ olduğunu düşünsek de (ki bu önermenin ılıman iklimlerde yaşayan kuşlar için doğruluk payı var), doğada yığınla değişik eşleşme sistemi var.

Bunlardan biri deniz iğnesi denilen ufak balıklar tarafından gösteriliyor. Uzay’ın da belirttiği gibi bu balıklarda ‘geleneksel’ (doğa tarihi açısından değil bilim tarihi açısından geleneksel) cinsel roller değişmiş durumda: erkek yumurtaları dişiden alıyor ve özel bir organında (yumurta bohçası diyebiliriz belki) besliyor, düpedüz hamile kalıyor yani. Paczolt ve Jones’ın makalesinde erkeğin hangi dişileri tercih ettiği ve bu dişileri neden tercih ettiği sorusu soruluyor.

Uzay’ın yukarıda anlattığı ve yazarların da savunduğu hikaye kısaca şöyle: 1) Erkekler büyük dişileri seviyorlar, çünkü büyük dişilerde a) daha çok yumurta var b) bu yumurtalardan çıkan yavruların hayatta kalma şansı daha yüksek. 2) Ama erkekler küçük dişi bulurlarsa pas geçmiyorlar. Tam tersine bu dişilerle çiftleşip yumurtalarını alıyorlar. Ama burada esas amaçları yavruları büyütmek değil, yumurtaları yemek, yani bir anlamda küçük dişiyle çiftleşen erkekler dişileri kandırmış oluyorlar, ve onların sırtından geçiniyorlar.

Bu noktada okuyucularımız ‘Vay namussuz, art niyetli’ diye erkekleri suçlamaya başlamadan bu iki noktayı destekleyen verilere bakmakta yarar var. Bilim her ne kadar objektif veriler ve test edilebilir varsayımlar üzerinden yürüse de bazen (hatta çok sık) veriler ve bilim adamlarının bundan çıkardıkları yorumlar arasında boşluklar olabiliyor. İşin güzelliği bu boşlukları bir yandan yorumlara bir yandan verilere bakarak görebiliyoruz!

Yukarıdaki birinci noktaya bakarsak, gerçekten de yazarlar erkeklerin büyük dişileri tercih ettiklerini göstermişler. Bu o kadar da şaşırtıcı değil, çünkü bu türün başka akrabalarında da aynı tercih gösterilmiş. Erkeklerin büyük dişileri tercih etmekten kazandıkları getiri açık: daha çok yavru ve bu yavruların daha iyi durumda olması. Bu konudaki verileri yazarların gayet sağlam. Burada dikkati çeken nokta yukarıda anlatıldığı gibi erkeklerin küçük dişilerle çiftleşmeye o kadar da hevesli olmadıkları: tam tersine dişinin boyutu küçüldükçe erkeğin çiftleşmeye razı olması için geçen süre logaritmik olarak artıyor. Bu yazarların yorumlarına karşı çıkabilecek birinci nokta.

Yazarlar aynı zamanda erkeklerin büyük bir dişiden hamile kaldıktan sonraki durumlarının küçük bir dişiden hamile kaldıktan sonraki durumlarına göre pek de iyi olmadığını gösteriyorlar. Bu şu iki sebepten biri ya da ikisi birden dolayısıyla olabilir: Birinci ve akla en yatkın sebep, diyelim 10 yavruyu beslemenin, 4 yavruyu beslemekten daha çok enerji sarfı gerektirmesi. Dediğim gibi küçük dişiler daha az yumurta veriyorlar büyük dişilere göre. Dolayısıyla tek başına bu sebep yazarların bulgusunu açıklayabilir. Ama yazarlar ikinci bir sebep daha öneriyorlar, önermekle de kalmayıp makalenin asıl çıkarımı olarak sunuyorlar. Bu ikinci sebepe göre, erkek yukarıda anlattığımız gibi küçük dişilere yalnız daha az besin vermekle kalmıyor, tam tersine küçük dişilerin yumurtalarından (yani dişiden) besin çalıyor.

Burada dikkati çeken nokta, yazarların bu ikinci sebep için hiç ama hiç verileri olmaması. Bu görüş için sundukları tek veri erkeklerin küçük dişilerle çiftleştikten sonra durumlarının gayet iyi olması. Yukarıda anlatıldığı gibi bu büyük dişilerle girişilen bir hamileliğin daha fazla enerji gerektirmesiyle çok basit bir şekilde açıklanabilecek bir şey. Yazarlar yorumlarını veriyle desteklemek gibi bir dert içinde olsalardı şunları göstermek isterlerdi sanırım:

1)    Erkekler canlı yumurtalardan besin çalıyor mu? Bu türün yakın akrabası olan başka bir deniz iğnesinde erkeklerin cılız embriyolardan gerçekten besin aldıkları bulunmuş. Ama bu embriyoların ‘yenmesi’ embriyolar başasırız olduktan sonra mı yoksa önce mi bilinmiyor. Hayatta kalma şansı düşük cılız embriyoların erkek tarafından ‘fişinin çekilmesi’ hem erkeğin hem de embriyoların annesinin işine gelmesi ihtimali de yüksek, netekim bu embriyolara harcanacak enerji hayatta kalma şansı yüksek embriyolar için harcanabilir, yani erkekler embriyolar arasında bir ‘triaj’* yapıyor olabilirler.

2)    Erkekler canlı yumurtalardan besin çalıyorsa, ve erkekler ile küçük dişiler arasında çıkar çatışması varsa erkeklerin çiftleştikleri küçük dişilerin yumurtalarından (büyük dişilerinkine göre) daha çok besin elde ediyor olmaları gerekiyor. Eğer erkekler yumurtalardan besin elde ediyor ama elde ettikleri besin miktarı dişinin boyuyla doğru orantılıysa bu ortada pek de (anlatılan türden) bir çatışma olmadığını, diğer bir deyişle küçük dişilerin erkekler tarafından sömürülmediğini gösterir.

Bu iki nokta hakkında yazarların hiç bir verisi yok. Bu durumda yazarların sağlam çıkarımmış gibi sundukları ve popüler medyada da böyle yer bulan (yukarıda da Uzay’ın anlattığı biçimiyle) hikayenin pek de dayanağı olmadığı görüşündeyim. Bu demek değil ki yazarların hikayesi mutlaka yanlış. Tam tersine doğru olabilir. Ama şu anda doğru kabul etmek için bir veri yok. Bunu yanı sıra daha basit alternatif açıklamalar (yazarlar tarafından pek önemsenmese de) mevcut. Birilerinin bu alternatif varsayımları test etmesi gerekiyor.

(*) Kurtarmada oncelik sıralaması

5 Nisan 2010 Pazartesi

Biyogüvenlik yasası geçmiş, duydun mu?

Bunu asmakta yine biraz geciktim iş güçten dolayı, ama hakkında daha önceden yazdığım (görüşlerim burada da yayınlandı) biyogüvenlik yasa tasarısı TBMM'den 18 Mart günü geçti, akabinde de Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Duymadıysanız şaşırmayın, zira güzide basın yayın organlarımız daha ilginç meselelerle meşguldü çoğunlukla (mesela hangi general geceyi hangi cezaevinde tutuklu geçirecek?). Ben de yine Nature'da çıkan bir haber sayesinde öğrendim.

Konuyla ilgili Radikal gazetesinden bir başlık yakaladım sadece, o da yasa tasarısı görüşülürken eklenen bir maddeyle bebek gıdalarında GDO'ların yasaklanması ve bu konuda muhalefetle iktidar partisinin uzlaşmış olması üzerine. Tasarının getirdiği götüreceği şeylerle, hele de araştırmaya olası etkisi üzerine hiç bir bilgi ya da inceleme yok.

Velhasıl, yasa geçti -- bu aşamadan sonra ne yapılabilir diye düşünmek gerek. Edindiğim bilgilere göre üniversitelerde çalışan araştırmacı biyologlar kendi aralarında organize olmaktalar. Geç kalındı elbette ama bu organizasyonun bir şekilde başlaması iyi bir şey.

Öte yandan, birkaç adım geri atıp bakarsak, bu olayın gösterdiği şey, toplum olarak, gazetecisinden milletvekiline, bilim camiasından sokaktaki adamına kadar böyle bir konuyla uğraşmak için ne kadar donanımsız olduğumuz. Günümüzde toplum olarak geleceğimizi etkileyen bir çok konu, karmaşık bilimsel ve toplumsal temellere sahip; biyogüvenlik bu konulardan yalnızca birisi -- aynı şey iklim değişikliği, yenilenebilir enerji, doğa koruma, aşılanma gibi bir çok şey için de geçerli. Toplum olarak genel bir bilgisizliğimiz var (dünya'nın güneş etrafında döndüğünden bile çok emin değiliz), ancak daha da vahimi toplum olarak bu sorunların temelinde yatan bilgileri, dinamiklere karşı bir ilgisizlik içindeyiz. Beylik laflarla, çoğu zaman da sorumluluğu politik olarak karşı olduğumuz grupların üstüne atarak, suçlayarak, tartışmadan, tartışıyor gibi yapıyoruz.

Biyogüvenlik yasa tasarısı görüşülürken söz alan milletvekillerinin kendileri ve gruplarının adına yaptıkları açıklamalar buna örnek teşkil ediyorlar (tutanak burada). Bazıları yasa tasarısı hakkında tek bir kelime bile etmemiş, bazıları jenerik olarak "destekliyoruz" ya da "desteklemiyoruz" demiş, bazıları ise nereden buldukları belli olmayan eksik ve/veya yanlış bilgilerle (triptofan'ın zehirli bir ilaç olduğunu bilir miydiniz?) bir şeyler savunmaya çalışıyor. Elbette bir yasa tasarısının genel kurula gelmesi uzun bir sürecin sonucu, dolayısıyla bu tartışmanın orada başlamasını ya da TBMM Genel Kurulu'nda bu noktada derinlemesine bir inceleme yapılmasını beklemek yanlış olur. Bahsettiğim sorunun kaynağı değil, bir belirtisi. Esas sorun, süreçte o aşamaya gelene kadar hiç bir tartışma olmaması, gerekli araştırmalar raporlar hazırlanıp kamuoyuna sunulmaması, taslak üzerine uzmanlar tarafından görüş alış verişi yapılmaması...

Bütün bunların sonunda tam olarak ne yaptığımızı, niye yaptığımızı bilmeden kararlar veriyoruz. Bunun sadece cahillik ya da ilgisizlik sonucu olduğunu düşünecek kadar saf değilim elbet; bu durumdan kar edenler vardır mutlaka. Ama sonuçta doğru süreçte ısrar etmedikçe bu durumun önüne geçilmesi mümkün değil, ondan eminim.

Not: Resim, genetiği değiştirilerek hastalığa dirençli hale getirilmiş "C5" eriklerini gösteriyor. Scott Bauer'e ait. 

27 Mart 2010 Cumartesi

IPCC Baskani: Iklimbilimcileri rahat birakin

Hukumetlerarasi Iklim Degisimi Paneli (IPCC) Baskani Rajendra Pachauri, 26 Mart 2010’da The Guardian’da yayinlanan makalesinde birtakim seyleri soylemek, bazilarina cevap vermek zorunda kaldi. Yazdiklarini ozetlemeden once, son aylarda olanlari bir not edelim:

Bildiginiz gibi, 2007 yilinda IPCC tam versiyonu 3000 sayfayi bulan dorduncu degerlendirme raporunu yayinlamis, kuresel isinmanin buyuk oranla insan kaynakli oldugunu verilerle ortaya koymus, ileriye donuk birtakim senaryolar onermis ve ongoruler yapmisti. Bu ongorulerin bir tanesi de Himalayalar’da bulunan buzullarin 2035 yilinda tamamen eriyebilecegi idi. 2009 sonlarinda bu ongorunun yanlis oldugu savi dillendirilmeye baslandi, 2010’un Ocak ayinda da kurumun da resmen acikladigi uzere bu noktada onemli bir hata mevcuttu. Bu ongoru hakemli bir dergide yayinlanan bir arastirmaya degil de, bir bilim adaminin medyaya verdigi bir roportaja dayaniyordu. Aslinda konunun uzmanlari arasinda yaygin kani Himalaya buzullarinin daha birkac onyil daha dayanabilecegi idi (ne kadar rahatlatici!). Uzun lafin kisasi, raporun bu kismini hazirlamakla sorumlu kisiler isini savsaklamis, ellerindeki verilerin kalite kontrolunu iyi yapmamis, Himalaya buzullarinin erime hizi ile ilgili bilginler arasindaki ortak gorusu rapora yansitamamislardi.

Tabi ki ben, IPCC baskaninin aciklamalarina dayanarak, su ana kadar yazida bunun bir “ihmal” oldugunu ima ediyorum. Ancak, IPCC raporunda boyle bir acik bulan, kendilerine medyada genelde “iklim degisikligi suphecileri” denilen gruplar bu olayi kendi amaclari icin kullanmaktan geri durmadilar. Verdikleri tum tepkileri takip etme sansim olmadi, ama son birkac ayda haberlerde gordugum kadariyla bunun kasitli bir manipulasyon oldugunu iddia edip isi Pachauri'yi istifaya davet etmeye kadar goturduler. Hatta Amerikan senatoru James Inhoff, iklimbilimciler icin “adli sorusturma” acilmasini bile iddia edebildi.

Iste boyle bir atmosferde, Pachauri sert bir aciklama yapmak zorunda kalmis. Haksiz da sayilmaz. The Guardian’da ki yazida (link yazinin sonunda) soyle diyor : “Umarim, dunya [iklim bilimciler icin] yeni bir sistemli zulum (=persecution) donemine girmiyordur”. IPCC gibi bir kurumun basindaki ismin boylesine bir hissiyat icinde bulunmasi beni cok urkuttu. Pachauri’nin altini cizdigi uzere IPCC Birlesmis Milletler’e bizzat basvurarak kendi yontemlerinin bagimsiz bir kurul tarafindan denetlenmesini istemis durumda. Bu isi de Akademiler Arasi Kurul – ki ulkelerin bilim akademilerinin bir nevi federasyonu-ustlenmis. Bence bu hatadan ardindan ortaya cikan durum icin daha saglikli bir cozum olamazdi.

Konuyu takip edecegiz, bakalim bu bagimsiz denetleme nasil bir sonuca ulasacak. Sonuc olarak kuresel isinmanin insan kaynakli oldugu ve Yer Sistemi’nde ani, onarilamaz ve insan kulturune zararli olacak donusumlere neden olabilebilecegi gercegi degismeyecek gibi gorunuyor.

http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cif-green/2010/mar/26/dont-hound-the-climate-scientists

19 Mart 2010 Cuma

Eskiler satıştan kaldırılırken, yeni bir evrim kitabı

Geçtiğimiz hafta, neredeyse tam bir sene önce yazdığım bir yazıyı bloga astım. Hatırlarsınız, geçtimiz sene bu zamanlarda Tübitak'da bir evrim skandalı patlamıştı; evrim kuramını ve Darwin'i ele alan kapak ve özel dosyanın Tübitak'ın başkan yardımcısı tarafından sansürlendiği iddia edilmişti. Konuyla ilgili çok yazıldı çizildi, bu asmayı unuttuğum yazı da baba-oğul muhafazakar yazarlar Taha ve Mustafa Akyol'ların konu hakkında söylediklerine yanıt niteliğindeydi. Mustafa Akyol'un argümanı özellikle ilginçti, zira Mustafa Akyol, Richard Dawkins ya da S.J. Gould gibi ateist yazarların kitaplarının çevrilip de, S. Conway Morris gibi dini görüşlere daha sıcak bakan yazarların kitaplarının çevirilmediğini iddia edip, bunun da bir sansür olduğunu savunmuştu.

Bu dediği gerçek midir yoksa insafsızlık mı siz karar verin, ama bu arada Mustafa Akyol'un içi rahat olabilir; zira anlaşılan Tübitak artık Dawkins'in ve Gould'un kitaplarını da satmıyor. Tübitak'ın güncel sipariş formuna buradan erişebilirsiniz, listede genel evrimle ilgili tek bir kitap bile yok (gerçi Modern İnsanın Kökeni isimli, insan evrimi üzerine olan bir kitap listede hala). Tübitak, bu kitapların baskısının tükendiğini ve yeni baskılarının yapılıp yapılmayacağına satış rakamları ve kitapların yayıncılarıyla yapılacak görüşmelere göre  karar verileceğini söylüyor. Bahsi geçen kitapların yeniden basılıp basılmayacağını göreceğiz.

Tübitak böyle gidedursun, kitap cephesinden güzel bir haber: Dawkins'in Evrim üzerine yazdığı en son kitabı Yeryüzündeki En Büyük Gösteri'nin (The Greatest Show on Earth) Türkçe çevirisi çıktı. Çeviri, Uygar Polat ve Tunç Tuncay Bilgin editörlüğünde, Evrim Çalışkanları'ndan arkadaşlarımız İstem Fer, Kahraman İpekdal, B. Duygu Özpolat ve Uygar Polat'dan oluşan bir ekip tarafından yapıldı. Mutlaka alın, okuyun, okutturun. (Kayda geçmesi için: Dawkins'in en son kitabı ateizm üzerineydi, ancak bu kitapta din konusuna girmeden, yalnızca evrimin ne olduğunu ve kanıtlarından bahsetmiş.)


Bu arada farketmişsinizdir, son birkaç haftadır blogun tasarımıyla biraz oynamaktayız. Verdiğimiz geçici rahatsızlık için özür dileriz.

16 Mart 2010 Salı

İşbirliğinin evrimi

(2009 Nisan ayında NTV Bilim'de yayınlanan Evrim dosyası içinde yer aldı -- aşağıdaki hafif düzenlenmiş bir versiyonu.)

Doğal seçilim hakkındaki yaygın bir kanıya göre, canlılar birbirleriyle sürekli bir rekabet ve çatışma içindedir: bireyler birbirlerini yerler, ya da birbirinin önünden yemeğini alırlar.  Ünlü İngiliz şair Tennyson’un mısrasındaki gibi “pençeleri ve dişleri kana bulanmış” bir yerdir doğa. Ancak biraz dikkatli bakarsanız doğa, canlıların birbirleriyle işbirliği yapması ve özveri göstermesinin örnekleriyle dolup taşıyor. Bu örneklerin en çarpıcı olanlarından birisi karıncalar: Bir çok karınca türünde işçi karıncalar, kendi yavrularını yetiştirmek yerine, bütün hayatlarını kraliçe karıncanın yavrularına (yani kardeşlerine) bakmaya adarlar. Başka bir çarpıcı örnek de baklagillerin köklerinde yaşayan rizobium bakterileri: bu bakteriler, kendi ihtiyaçları olmadığı ve bunu yapmak enerji açısından pahalıya mal olduğu halde havadaki azotu mineral hale getirip ev sahiplerine “doğal gübre” sağlarlar. Bu işbirliği, biyojeokimyasal döngüler açısından da son derece önemli, çünkü rizobium bakterilerinin sabitlediği toplam azot miktarı, insan eliyle suni gübre üretiminde sabitlenen miktara eşit.

İşbirliğinin ve özgeci (altruistik) davranışların bu kadar yaygın olması, ilk bakışta rekabete dayalı bir evrim kuramına ters geliyor gibi gözükebilir. (Darwin de bu zorluğun farkındaydı.) Ancak, ilk bakış yanıltıcı olabilir: evrim süreci rekabete dayalı olsa bile, bazen rekabette öne geçmenin en iyi yolu uygun ortaklarla işbirliği yapmaktır. Nitekim, son 40 senedir elde edilen sonuçlar sayesinde artık doğal seçilimin nasıl olup da canlılar arasında işbirliğine ve özveriye yol açabildiğini genel hatlarıyla anlamış bulunuyoruz.


İşbirliği ve özgeciliğin evrimi problemlerini çözme yolundaki en büyük gelişmelerden biri 1964 yılında İngiliz biyolog William D. Hamilton’un yayınladığı iki makaleden geldi: Hamilton, bireylerin kendi üreme başarılarını düşürme pahasına bile olsa akrabalarına yardım ederek kendi genlerinin bir sonraki nesile daha çok aktarılmasını sağlayabileceklerini matematiksel olarak ispatladı. Bunun sebebi, akraba bireylerin aynı genlere sahip olmaları. Dolayısıyla akrabalarına yardım ederek bir birey, kendi genlerinin kopyalarının gelecek nesile daha çok aktarılmasını sağlayabilir. Aslında bu fikir bir süredir ortada idi: örneğin modern sentezin babalarından J.B.S. Haldane, kendi hayatından “iki kardeş ya da sekiz kuzeni” için vazgeçebileceğini söylemişti. (Çünkü kardeşinizle genlerinizin yarısı, kuzenlerinizle ise yalnızca 1/8’i ortaktır).  Hamilton’un katkısı, sezgisel olarak açık olan bu fikrin gerçekte çalışabileceğini matematiksel olarak kanıtlaması idi. Bugün artık özgeciliğin evrilmesini sağlayan koşulları “Hamilton Kuralı” denen eşitsizlikle ifade ediyoruz: r B > C . Burada r, yardım edenle yardım alan arasındaki akrabalık katsayısı (yani aynı genlere sahip olmaları olasılığı, 0 ile 1 arasında bir sayı), B yapılan yardımın yardım alanın üreme başarısını ne kadar artırdığı, C ise yardım edenin üreme başarısından ne kadar kaybettiğini gösteren değişkenler. Yani Hamilton Kuralı bir bireyin yaptığı yardımın, akrabalık katsayısıyla ağırlıklandırılmış faydası, yardım yapmanın bedelinden daha fazla ise o yardım davranışı evrilecektir diyor.

Başka bir ünlü İngiliz biyolog, John Maynard Smith tarafından “akraba seçilimi” diye adlandırılan bu kuram, günümüzde karınca kolonilerinin evriminden, erkek yaban hindilerinin ortak olup birbirlerine dişilere kur yapmada yardımcı olmasına kadar bir çok durumda işbirliğini açıklayabilen güçlü bir kuram.



Öte yandan bazı işbirliği durumlarında ortaklar bırakın akraba olmayı, aynı türden, hatta aynı alemden bile değiller – yukarıda bahsettiğim rizobium bakterileri ve baklagiller gibi. Böyle durumların evrimsel açıdan sağlamlığı iki tarafın da işbirliğinden bir fayda görmesine ve yardımlarının suistimal edilmemesine bağlı, o yüzden de bunu sağlayacak mekanizmalar evrilmiş. Örneğin soya fasulyesinin köklerindeki rizobium bakterileri eğer azot sabitlemeyi bırakıp yalnızca bitkinin verdiği şekerleri tüketirlerse, bitki kısa zaman içinde bakterilere sağladığı oksijen ve şeker yardımını kesiyor. Bu yüzden azot sabitleyen bakteriler, sabitlemeyenlere göre daha az ürüyorlar (çünkü ev sahipleri onlara yardımcı olmuyor), ve doğal seçilim azot sabitleme özelliğinin evrilmesine yol açıyor. Bu gibi durumlar, evrimsel oyun kuramı kullanılarak inceleniyor.

Özetle işbirliğinin evrimi, halen evrimsel biyolojinin en çok ilgi gören alanlardan birisi ve her geçen yıl yeni buluşlara ve tartışmalara sahne oluyor. Bu pek de şaşırtıcı değil, zira işbirliği, çok hücreli yaşamın ortaya çıkmasından, insanların evrimine kadar bir çok konunun temelinde yatıyor. O yüzden, evrim rekabetçi bir süreç gibi gözükse de, nasıl çalıştığını anlamanın yolu çoğu zaman işbirliğini anlamaktan geçiyor desek abartmış olmayız.

Kaynakça:
Hamilton’ın çığır açan makaleleri:
Hamilton, W. D. (1964a) The genetical evolution of social behavior 1. Journal of Theoretical Biology, 7, 1-16.
Hamilton, W. D. (1964b) The genetical evolution of social behavior 2. Journal of Theoretical Biology, 7, 17-52.

Alanın günümüzdeki durumunu gözden geçiren bir makale:

West, S. A., Griffin, A. S. & Gardner, A. (2007) Evolutionary explanations for cooperation. Current Biology, 17, R661 -- R672.

Resim kaynakları:
1) Medicago italica (yoncanın yakın akrabası bir bitki) kökleri üzerinde Sinorhizobium meliloti bakterisinin oluşturduğu nodüller. Fotoğraf wikimedia'danö Ninjatacoshell isimli kullanıcı tarafından çekilmiş.
2) Bir Camponotus compressus karıncası, pul böceklerine bakarken görülüyor. Pul böcekleri, bitkilerin dallarına yapışarak bitkinin özsuyunu çekerler. Bu özsunun bir kısmı böceklerin vücutlarından taşar. Bir çok karınca türü, pul böceklerinin vücutlarından taşan özsuyla beslenebilmek için bu böcekleri korur ve onlara bakar. Bazen bu karıncalar bitkileri de korur (özellikle de tropik bölgelerde). Böylece üç taraflı bir işbirliği sağlanır. Fotoğraf L. Shyamal'a ait.

5 Mart 2010 Cuma

Biyogüvenlik yasa tasarısının getirdikleri ve götürebilecekleri


Türkiye, Nature ya da Science gibi bilim dergilerinin haber ya da yorum sayfalarına çıktığı zaman, bu genelde iyi bir haberle olmuyor. O yüzden, geçtiğimiz hafta (25 Şubat 2010) Nature’da Türkiye’yle ilgili bir editoriyal yazı çıktığını duyunca ilk tepkim yılgınlık oldu. Ne yazık ki bu tepkimde haklı çıktım: yazı, TBMM’de kabul edilmeye doğru ilerlemekte olan biyogüvenlik yasa tasarısının, eğer kabul edilirse Türkiye’deki biyomedikal araştırmalara yapacağı etkiyi konu alıyor.

Biraz arkaplan bilgisi verelim önce: Türkiye 2000 yılında Cartagena’da imzalanan Uluslarası Biyogüvenlik Protokolüne taraf oldu. Buna göre Türkiye’nin ulusal bir biyogüvenlik yasası çıkarıp uygulamaya koyması gerekiyordu. Düzenlenecek en önemli hususlardan birisi genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) üretimi, ithali ve kullanımı. Nature’ın bildirdiğine göre ilk taslak, bilimadamlarının da katkısıyla hazırlandığı için, ticari amaç için doğaya salınacak organizmalar ile kapalı alanda, yani laboratuarda, güvenlik önemleri altında araştırma için kullanılacak organizmalar arasında gerekli ayrımı yapıyormuş. Ancak aradan oldukça uzun bir süre geçip, iktidar da değişince, yasa tasarısı da değişmiş ve bugünkü halini almış.

Taslağın kendisini TBMM’nin web sayfasından indirip okumak mümkün (ya da buradan buyrun). Tasarının yaptığı en önemli şey, bağımsız bir biyogüvenlik kurulunun oluşturulması ve bu kurula GDO'la ilgili herşeyi denetleme, izin verme yetkisinin ve görevinin verilmesi. Tasarının 9. maddesi bu kurulun esaslarını düzenliyor. Kurulun 9 üyeden oluşması öngörülüyor, 4’ü Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, geri kalanı da diğer bakanlıkların atayacağı üyeler. Atandıktan sonra kurul üyelerinin 3 sene görev yapmaları öngörülüyor; aynı kişi en fazla iki dönem görev yapabilir deniyor. En az iki kurul üyesinin üniversite ve meslek örgütleri arasından seçilmesi öngörülmüş. Üyelerin en az üniversite derecesine sahip olmaları ve kurulun alanına giren konularda en az 5 senelik tecrübeye sahip olmaları gerekiyor.

Kurulun görevi, temel olarak Türkiye’de GDO ile yapılacak tüm işlemleri denetlemek. Yasa tasarısına göre Türkiye’de GDO üretmek, ithal etmek, araştırmalarda kullanmak isteyen herkes kurula başvurmak ve bu başvuruların sonuçlarını beklemek zorunda. Nature’a göre bu zorunluluk biyomedikal araştırmaları ağır bir bürokrasi yükü altına sokacak ve pratikte çok yavaşlatacak. Bana kalırsa bu haklı bir kaygı, özellikle yasa tasarısının kilit noktalarda belirsiz bir dille yazılmış olması ve bazı şeylerin ise yasa tasarısıyla düzenlenmiyor olması nedeniyle.

Örneğin, tasarının 3. Maddesi 4. fıkrası kurulun 90 gün içerisinde başvurunun kabul edilip edilmediğine karar vermesi öngörülüyor, ancak bir yandan da aynı maddenin 5. fıkrasında karar alma süresi 270 günü geçemez deniyor (ve bu süre 4. fıkradaki kararın bildirilmesinden itibaren başlıyor – karar bildirildikten sonra karar alma süresinin başlamasının bürokrasi evreninde bir anlamı var mıdır bilmiyorum ama bana çok mantıklı gelmiyor). Kurul’un kararlarını 11’er uzmandan oluşan risk değerlendirme ve sosyo-ekonomik değerlendirme komitelerinin raporlarına dayandırması öngörülüyor. Ancak bu kurumların nasıl oluşturulacağı ve karar mekanizmaları çok detaylandırılmamış.           

Bir de basitleştirilmiş bir başvuru sürecinden bahsediliyor – daha önceden yapılan başvurularda ve araştırmalarda riskin az olduğu belirlenmiş başvurulara daha basit (ve muhtemelen hızlı) bir süreç uygulanabilir deniyor, ancak bu sürecin tanımlanması yönetmeliğe bırakılmış, o yüzden ne olduğunu bu noktada bilmiyoruz.

Genel olarak yasa tasarısının GDO’larla ilgili işlemleri düzenleyen kısımları bilimsel araştırma için kontrollü ve kapalı bir ortamda yapılan deneyler düşünülerek yazılmamış, tam tersine bütün başvuruların çevresel ve sosyo-ekonomik etkisi varmış gibi düşünülmüş. Açıkçası kontrollü bir laboratuarda bir E. coli’ye floresans genlerinin aktarılması için bir sosyo-ekonomik etki değerlendirmesi gerektiğini düşünmüyorum. Kaldı ki, yasa tasarısı her değişik gen aktarımı için ayrı bir başvuru istiyormuş gibi duruyor, bu çok büyük ve gereksiz bir bürokratik yük. Dahası başvuru kabul edildikten sonra bile her başvuru için Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na belirsiz bir zaman aralığında rapor hazırlanması gerekiyor, bu da araştırma grupları için fazladan gereksiz bir iş yükü. Basitleştirilmiş işlem fıkrasının öngördüğü yönetmelik bu bürokratik baskıyı bir nebze azaltabilir, ancak yasanın çalışma esasının bu kadar sıkı ve “mikroyönetimci”  olması gereksiz ve anlamsız.

Bütün bunlar bir yana, tasarının 5. maddesi, Türkiye’deki genetik, moleküler biyoloji ve biyoteknoloji araştırmalarını tamamen durdurabilecek nitelikte. Bu maddenin 1.a fıkrası, genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimini topyekün yasaklıyor. Yani memelilerde X geninin işlevini anlamak için bir knock-out fare yapmak isterseniz, size gurbet yolu gözüktü, zira “yassah kardeşim!” Maddede araştırma için vs. gibi bir istisna gösterilmemiş, tamamen yasak. Sadece bakterilerin genetiğini değiştirebilirsiniz efendim. Ancak dikkat çeken bir nokta, Türkiye'de GD bitki ya da hayvan üretmek yasak ama ithal etmek (izin alabilirseniz) yasak değil. Dışarıdan gelen GDO’ların burada üretilenlere göre daha güvenli olacağı mı düşünülmüş acaba? Yakın zamana kadar büyük miktarlarda genetiği değiştirilmiş tarım ürünü ithal ettiğimize göre, bu ithalatçılar için iyi haber olsa gerek.

Genel olarak, yeterli donanıma sahip araştırma laboratuarlarında yapılan biyoteknoloji çalışmalarıyla, ticari olarak GDO’ların halka sunulması ya da çevreye salınması birbirinden çok farklı eylemler. Yasa tasarısının en büyük eksiği ikisini de aynı kurallara tabi tutması. Halka sunulan ya da çevreye salınan GDO'ların oldukça sıkı bir denetime ve raporlanmaya tabi tutulması halk sağlığını ve çevreyi korumak adına gayet mantıklı, ve itiraz edilecek bir şeyi yok. Ancak laboratuardaki araştırma faaliyetleri için durum farklı; zira burada deneyler genel olarak kontrollü ortamlarda yapılmakta. Bu kontrollü ortamların yeterince güvenli olduğunun denetlenmesi gerek elbette, ancak bunu her proje için ayrı ayrı yapmak hem gereksiz, hem de aslında etkisiz, zira bir araştırma tesisinin güvenlik önlemlerinin ve protokollerinin ayrı ayrı projelerle değil, bir bütün olarak ele alınması gerekiyor. Eldeki yasa tasarısı bu konuda herhangi bir düzenleme öngörmüyor (örneğin şu tip araştırmaları yapacak tesisler şu güvenlik öğelerine sahip olmalı gibi bir düzenleme getirmiyor). Dahası, araştırma eylemi doğası gereği esneklik isteyen bir eylem. Yani diyelim ki bir deneyiniz çalıştı, onu takip için başka bir deney yapmak istiyorsunuz, bunun için tekrardan bakanlığa başvurup, baştan karar alınmasını beklemek (basitleştirilmiş süreçte bile) araştırmalarınızın aksamasına yol açacak bir şey.

Kısacası, bu yasa tasarısı GDO ilgili herşeyi tek bir yaklaşımla düzenlemeyi hedefliyor, ancak bunu yaparken bir yandan Türkiye’deki biyomedikal araştırmaları pratikte bitirebilecek kadar büyük bir bürokrasi yükü yaratırken diğer yandan biyogüvenlikle ilgili yapılması gereken bir çok düzenlemeyi es geçiyor (özellikle tesislerin ve altyapının uygunluğunun düzenlenmesi ve denetlenmesi konusunda). Dahası, ismi biyogüvenlik yasa tasarısı olmasına rağmen tasarının tamamı yalnızca GDO’larla ilgili – yani genetiği değiştirilmemiş, ama yine de öldürücü ya da çevreye büyük zarar verme potansiyeline sahip organizmalarla ilgili bir düzenleme yok bu tasarıda. Bu hiç de iç rahatlatıcı bir durum değil açıkçası.

Son söz olarak sürece dair bir şey söylemek gerek. Bu yasa tasarısı 2000 senesinden beri hazırlanmakta olan bir tasarı. Bu süreçte, kamuoyunda biyogüvenlikle ilgili ihtiyaçlarımızın ve yapılabileceklerin tartışılması ve düzenlemelerin ekonomik, sosyal ve araştırma-geliştirme yönünden etkilerinin incelenmesi, düşünülmesi gerekirdi. Kamuoyunda bu olmadığı gibi (tasarının komisyondan geçmesi haber bile olmadı çoğu yerde, açıkçası Nature bu konuyu ele almasa benim de haberim olmayacaktı), konuyla en çok ilgili olan TÜBİTAK ve TÜBA bile büyük ölçüde sessiz kalmış benziyor. TÜBİTAK’ın web sayfasında “biyogüvenlik”, “genetiği değiştirilmiş organizma” ya da “GDO” anahtar kelimeleriyle yapılan bir aramada hiç sonuç çıkmıyor. TÜBA ise, Nature’ın yazısına göre bu konuda bir pozisyon belgesi hazırlamayı planlıyor ama daha sonuç yok. Sonuçta, geleceğimiz için büyük önem taşıyan bu konuda ne yaptığımızı tam bilmeden, tartışmadan, etkili olacağı şüpheli ama gelecek için bedeli büyük olabilecek kararlar alıyoruz.

(Yazının başındaki fotoğraf, Greenpeace'den, genetiği değiştirilmiş papaya ağaçlarını protesto eden bir eylemde çekilmiş)

22 Şubat 2010 Pazartesi

Türkiye'de bilime karşı tutum


Gecikmeli de olsa, 2010 yılının ilk yazısından sizlere merhaba! 



Yine uzun bir aradan sonra yaratılışçılarla nasıl tartışmalı, nasıl tartışmamalı diye bir yazı yazacaktım, ama araştırma yaparken dikkatim dağıldı; AB'nin düzenli olarak yaptığı Eurobarometer anketlerinin bilimle ilgili olan kısmını okumaya daldım. Belki duymuşsunuzdur, bu araştırmada yer alan sorulardan birisi de insanın diğer hayvanlardan evrilip evrilmediği sorusuydu; evrimi kabulde açık ara sonuncu olmamız 2006'da Science'da yayınlanan bir makaleye konu olmuştu (buna dair başka bir vesileyle bir şeyler çiziktirmiştim zamanında).

O zaman Eurobarometre araştırmasının tamamını okumamıştım, şimdi karşıma çıktığında tekrar çok ilginç bulgular içerdiğini gördüm. İzlenimlerimden bazıları şöyledir (buraya alıntılamadıım daha bir çok soru var, hepsini okumak için araştırmanın raporuna şuradan erişebilirsiniz).

İlk olarak, Türkiye’de halkın bilimsel bilgiye hakimiyeti oldukça düşük. Aralarında insan evrimiyle ilgili meşhur sorunun da olduğu 13 sorudan oluşan ufak bir testde, anketi yapanların yalnızca yüzde 8’i 10 ya da daha fazla soruya doğru yanıt veriyor. Bu açıdan anketin yapıldığı 32 ülke arasında sonuncuyuz. Ortalama doğru yanıt sayısı yalnızca 5.7 (yine sonuncuyuz). Evrim sorusundan sonra (hatta belki ondan da çok) en çarpıcı sonuçlardan birisi anketi yapanların yüzde 57’sinin Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğünü düşünmesi. Kopernik mezarında ağlıyordur herhalde…

Bilimin potansiyeli konusuna gelirsek, Türkiye’de anket yapılanların yüzde 45’i bilimin bir gün evrenin nasıl işlediğini eksiksiz olarak açıklayabileceğini düşünüyormuş. Bu oranın AB ortalaması yüzde 50. Aradaki farkın büyük kısmı Türkiye’de %18’in bilmiyorum yanıtını vermesi, AB çapında ise bu oran yalnızca yüzde 6.

Öte yandan Türkler bilimin ekonomik kalkınma için iyi bir şey olup olmadığı konusunda biraz kararsızlar. Bir yandan bilimin çevresel problemler gibi problemleri çözecebileceğini ve teknolojik gelişmelerin götürdüğünden daha çok iş olanağı yaratacağını düşünürken diğer yandan bilim ve teknoloji endüstriyel gelişme için gerekli olmadığını söyleyen bir yargıya katılmayanlar yalnızca yüzde 44’de kalıyor. Bu durum temel bilim için daha da kötü: anket yapılanların yalnızca yüzde 27’si temel bilimin kalkınma için önemli olmadığı görüşüne karşı çıkmış. Öte yandan, bilimin hükümet tarafından desteklenmesi gerektiği görüşü oldukça yaygın kabul görmüş (yüzde 80) ve anketi yapanların yüzde 66’sı Türkiye hükümetinin diğer şeylerden kısıp bilime daha çok para yatırmasını destekliyor. Buna karşın örneklemdekilerin yüzde 52’si inanç yerine bilime fazla bağımlı olduğumuzu düşünüyor; yalnızca yüzde 19 bu yargıya karşı çıkmış. Bir diğer yandan ise günlük hayatta bilim bilmek önemli değildir yargısına katılmayanlar yüzde 47, katılanlar ise yüzde 28’de kalmış.

Biz bilimadamları için önemli başka bir bulgu da örneklenenlerin çoğunun (yüzde 64) bilimadamlarının halkı bilgilendirmek için yeterince çaba göstermediğini düşünmesi. Bu oran, AB ortalamasının (yüzde 59) biraz üzerinde. Bilimadamlarının bildikleri nedeniyle “tehlikeli” olduğunu düşünenlerin oranı ise AB ortalamasının altında (yüzde 59’a yüzde 44). Politikacıların bilimadamlarına danışması gerektiği fikri ise popüler (yüzde 63) ama AB ortalaması kadar değil (yüzde 73).

Yine başka bir ilginç sonuç da, bilimin araştırabileceği konuların sınırlanıp sınırlanmaması gerektiği konusundaki fikirlere dair: Türkiye’den yanıt verenlerin yüzde 62’si bilimin sınırlanmaması gerektiğini savunurken bu konudaki AB ortalaması yalnızca yüzde 36. Acaba bu sorunun Türkiye’de çağrıştırdıklarıyla Avrupa’da çağrıştırdıkları arasında bir fark mı var, diye düşünüyor insan.

Son olarak, Türkiye’de anketi yapanların ezici bir çoğunluğu (yüzde 80), gençlerin bilime ilgisinin gelecekteki refah için çok önemli olduğunu düşünüyor, ancak yüzde 66 oranında bilim derslerinin çekici olmadığını düşünüyor.

Peki bütün bu sonuçlar neyi gösteriyor? Burda bardağı yarı dolu olarak da görmek mümkün, yarı boş olarak da. Yarı boş (hatta belki çoğunlukla boş) görmek istersek, bir yandan bilimsel eğitim düzeyimiz yerlerde sürünürken, öte yandan insanların çoğunluğu bilimin etkisinin inanca nazaran haddinden fazla olduğunu düşünüyor. Okullardaki bilim dersleri yetersiz, bilimsel haberleri takip edenler, bilimle ilgili etkinliklere katılanlar çok az. Kısacası toplum olarak bilimden kopuğuz.

Ancak bir de madalyonun öbür yüzü var: o da toplumun ezici çoğunluğu bilimi genel olarak iyi bir şey olarak görüyor ve kalkınmak ve gelecekteki refah için bilime önem verilmesi gerektiğini düşünüyor. İnsanların çoğu bilim konusunda az bilgili olmalarına ve bunu hissetmelerine rağmen yine de bilimin gündelik hayatta nispeten önemli olduğunu düşünüyorlar, ve bilime karşı güven Avrupa'ya nazaran daha yüksek.

Toplamda bilimin Türk toplumundaki yeri konusunda iyileştirilmesi gereken çok şey olduğu tartışılmaz bir gerçek. Öte yandan bu iyileştirmelerin yapılması ve toplumun bilimle bağlantıya geçirilmesi “kazan-kazan” (win-win) tarzı bir hareketle olabilir gibime geliyor. Yani batıda (özellikle de ABD’de) evrim ya da iklim değişikliği gibi konularda yaşanan kültür savaşları, eğer doğru bir strateji izlenirse, Türkiye’de yaşanmak zorunda değil bence. Bunun için Türk kamuoyunda bilime ve bilimadamlarına hala gösterilmekte olan saygı ve güveni korumak, beslemek ve de iyi değerlendirmek gerek.

Bu noktada en anlamlı bulgulardan birisi kamuoyunda bilimadamlarının halka ulaşmak için yeterince çaba göstermedikleri kanısının yaygınlığı. Bu kanıyı değiştirmek biz bilimadamlarının elinde, ve görevimiz; hem desteğimizi eninde sonunda toplumdan aldığımız için, hem de toplumdan kopuk bir meslek olursak bize karşı iyi hisler beslenmesini bekleyemeyeceğimiz için. Benim kişisel gözlemlerim son zamanlarda bilimadamlarının giderek topluma ulaşmak için giderek daha çok çaba gösterdikleri yönünde. Bizim evrimianlamak.org gibi bilimi geniş kitlelere ulaştırmaya çalışan siteler, bilimadamları tarafından yazılan bloglar ve sayıları giderek artan halka açık sempozyumlar, toplantılar bu eğilimin yansımaları. Umuyorum bu gidişat artarak devam eder ve yakın zamanda bu çabaların meyvelerini Eurobarometer gibi araştırmalarda da görmeye başlarız.

Bu arada kısa zaman önce Turkish Journal internet gazetesinde, Işıl Öz'ün benimle yaptığı bir röportaj yayınlandı; okumadıysanız ilginizi çekebilir. Işıl Öz'ün evrim çalışkanı arkadaşlardan Uygar Polat ve Duygu Özpolat ile yaptığı güzel söyleşileri de tavsiye ederim.