27 Mart 2010 Cumartesi

IPCC Baskani: Iklimbilimcileri rahat birakin

Hukumetlerarasi Iklim Degisimi Paneli (IPCC) Baskani Rajendra Pachauri, 26 Mart 2010’da The Guardian’da yayinlanan makalesinde birtakim seyleri soylemek, bazilarina cevap vermek zorunda kaldi. Yazdiklarini ozetlemeden once, son aylarda olanlari bir not edelim:

Bildiginiz gibi, 2007 yilinda IPCC tam versiyonu 3000 sayfayi bulan dorduncu degerlendirme raporunu yayinlamis, kuresel isinmanin buyuk oranla insan kaynakli oldugunu verilerle ortaya koymus, ileriye donuk birtakim senaryolar onermis ve ongoruler yapmisti. Bu ongorulerin bir tanesi de Himalayalar’da bulunan buzullarin 2035 yilinda tamamen eriyebilecegi idi. 2009 sonlarinda bu ongorunun yanlis oldugu savi dillendirilmeye baslandi, 2010’un Ocak ayinda da kurumun da resmen acikladigi uzere bu noktada onemli bir hata mevcuttu. Bu ongoru hakemli bir dergide yayinlanan bir arastirmaya degil de, bir bilim adaminin medyaya verdigi bir roportaja dayaniyordu. Aslinda konunun uzmanlari arasinda yaygin kani Himalaya buzullarinin daha birkac onyil daha dayanabilecegi idi (ne kadar rahatlatici!). Uzun lafin kisasi, raporun bu kismini hazirlamakla sorumlu kisiler isini savsaklamis, ellerindeki verilerin kalite kontrolunu iyi yapmamis, Himalaya buzullarinin erime hizi ile ilgili bilginler arasindaki ortak gorusu rapora yansitamamislardi.

Tabi ki ben, IPCC baskaninin aciklamalarina dayanarak, su ana kadar yazida bunun bir “ihmal” oldugunu ima ediyorum. Ancak, IPCC raporunda boyle bir acik bulan, kendilerine medyada genelde “iklim degisikligi suphecileri” denilen gruplar bu olayi kendi amaclari icin kullanmaktan geri durmadilar. Verdikleri tum tepkileri takip etme sansim olmadi, ama son birkac ayda haberlerde gordugum kadariyla bunun kasitli bir manipulasyon oldugunu iddia edip isi Pachauri'yi istifaya davet etmeye kadar goturduler. Hatta Amerikan senatoru James Inhoff, iklimbilimciler icin “adli sorusturma” acilmasini bile iddia edebildi.

Iste boyle bir atmosferde, Pachauri sert bir aciklama yapmak zorunda kalmis. Haksiz da sayilmaz. The Guardian’da ki yazida (link yazinin sonunda) soyle diyor : “Umarim, dunya [iklim bilimciler icin] yeni bir sistemli zulum (=persecution) donemine girmiyordur”. IPCC gibi bir kurumun basindaki ismin boylesine bir hissiyat icinde bulunmasi beni cok urkuttu. Pachauri’nin altini cizdigi uzere IPCC Birlesmis Milletler’e bizzat basvurarak kendi yontemlerinin bagimsiz bir kurul tarafindan denetlenmesini istemis durumda. Bu isi de Akademiler Arasi Kurul – ki ulkelerin bilim akademilerinin bir nevi federasyonu-ustlenmis. Bence bu hatadan ardindan ortaya cikan durum icin daha saglikli bir cozum olamazdi.

Konuyu takip edecegiz, bakalim bu bagimsiz denetleme nasil bir sonuca ulasacak. Sonuc olarak kuresel isinmanin insan kaynakli oldugu ve Yer Sistemi’nde ani, onarilamaz ve insan kulturune zararli olacak donusumlere neden olabilebilecegi gercegi degismeyecek gibi gorunuyor.

http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cif-green/2010/mar/26/dont-hound-the-climate-scientists

19 Mart 2010 Cuma

Eskiler satıştan kaldırılırken, yeni bir evrim kitabı

Geçtiğimiz hafta, neredeyse tam bir sene önce yazdığım bir yazıyı bloga astım. Hatırlarsınız, geçtimiz sene bu zamanlarda Tübitak'da bir evrim skandalı patlamıştı; evrim kuramını ve Darwin'i ele alan kapak ve özel dosyanın Tübitak'ın başkan yardımcısı tarafından sansürlendiği iddia edilmişti. Konuyla ilgili çok yazıldı çizildi, bu asmayı unuttuğum yazı da baba-oğul muhafazakar yazarlar Taha ve Mustafa Akyol'ların konu hakkında söylediklerine yanıt niteliğindeydi. Mustafa Akyol'un argümanı özellikle ilginçti, zira Mustafa Akyol, Richard Dawkins ya da S.J. Gould gibi ateist yazarların kitaplarının çevrilip de, S. Conway Morris gibi dini görüşlere daha sıcak bakan yazarların kitaplarının çevirilmediğini iddia edip, bunun da bir sansür olduğunu savunmuştu.

Bu dediği gerçek midir yoksa insafsızlık mı siz karar verin, ama bu arada Mustafa Akyol'un içi rahat olabilir; zira anlaşılan Tübitak artık Dawkins'in ve Gould'un kitaplarını da satmıyor. Tübitak'ın güncel sipariş formuna buradan erişebilirsiniz, listede genel evrimle ilgili tek bir kitap bile yok (gerçi Modern İnsanın Kökeni isimli, insan evrimi üzerine olan bir kitap listede hala). Tübitak, bu kitapların baskısının tükendiğini ve yeni baskılarının yapılıp yapılmayacağına satış rakamları ve kitapların yayıncılarıyla yapılacak görüşmelere göre  karar verileceğini söylüyor. Bahsi geçen kitapların yeniden basılıp basılmayacağını göreceğiz.

Tübitak böyle gidedursun, kitap cephesinden güzel bir haber: Dawkins'in Evrim üzerine yazdığı en son kitabı Yeryüzündeki En Büyük Gösteri'nin (The Greatest Show on Earth) Türkçe çevirisi çıktı. Çeviri, Uygar Polat ve Tunç Tuncay Bilgin editörlüğünde, Evrim Çalışkanları'ndan arkadaşlarımız İstem Fer, Kahraman İpekdal, B. Duygu Özpolat ve Uygar Polat'dan oluşan bir ekip tarafından yapıldı. Mutlaka alın, okuyun, okutturun. (Kayda geçmesi için: Dawkins'in en son kitabı ateizm üzerineydi, ancak bu kitapta din konusuna girmeden, yalnızca evrimin ne olduğunu ve kanıtlarından bahsetmiş.)


Bu arada farketmişsinizdir, son birkaç haftadır blogun tasarımıyla biraz oynamaktayız. Verdiğimiz geçici rahatsızlık için özür dileriz.

16 Mart 2010 Salı

İşbirliğinin evrimi

(2009 Nisan ayında NTV Bilim'de yayınlanan Evrim dosyası içinde yer aldı -- aşağıdaki hafif düzenlenmiş bir versiyonu.)

Doğal seçilim hakkındaki yaygın bir kanıya göre, canlılar birbirleriyle sürekli bir rekabet ve çatışma içindedir: bireyler birbirlerini yerler, ya da birbirinin önünden yemeğini alırlar.  Ünlü İngiliz şair Tennyson’un mısrasındaki gibi “pençeleri ve dişleri kana bulanmış” bir yerdir doğa. Ancak biraz dikkatli bakarsanız doğa, canlıların birbirleriyle işbirliği yapması ve özveri göstermesinin örnekleriyle dolup taşıyor. Bu örneklerin en çarpıcı olanlarından birisi karıncalar: Bir çok karınca türünde işçi karıncalar, kendi yavrularını yetiştirmek yerine, bütün hayatlarını kraliçe karıncanın yavrularına (yani kardeşlerine) bakmaya adarlar. Başka bir çarpıcı örnek de baklagillerin köklerinde yaşayan rizobium bakterileri: bu bakteriler, kendi ihtiyaçları olmadığı ve bunu yapmak enerji açısından pahalıya mal olduğu halde havadaki azotu mineral hale getirip ev sahiplerine “doğal gübre” sağlarlar. Bu işbirliği, biyojeokimyasal döngüler açısından da son derece önemli, çünkü rizobium bakterilerinin sabitlediği toplam azot miktarı, insan eliyle suni gübre üretiminde sabitlenen miktara eşit.

İşbirliğinin ve özgeci (altruistik) davranışların bu kadar yaygın olması, ilk bakışta rekabete dayalı bir evrim kuramına ters geliyor gibi gözükebilir. (Darwin de bu zorluğun farkındaydı.) Ancak, ilk bakış yanıltıcı olabilir: evrim süreci rekabete dayalı olsa bile, bazen rekabette öne geçmenin en iyi yolu uygun ortaklarla işbirliği yapmaktır. Nitekim, son 40 senedir elde edilen sonuçlar sayesinde artık doğal seçilimin nasıl olup da canlılar arasında işbirliğine ve özveriye yol açabildiğini genel hatlarıyla anlamış bulunuyoruz.


İşbirliği ve özgeciliğin evrimi problemlerini çözme yolundaki en büyük gelişmelerden biri 1964 yılında İngiliz biyolog William D. Hamilton’un yayınladığı iki makaleden geldi: Hamilton, bireylerin kendi üreme başarılarını düşürme pahasına bile olsa akrabalarına yardım ederek kendi genlerinin bir sonraki nesile daha çok aktarılmasını sağlayabileceklerini matematiksel olarak ispatladı. Bunun sebebi, akraba bireylerin aynı genlere sahip olmaları. Dolayısıyla akrabalarına yardım ederek bir birey, kendi genlerinin kopyalarının gelecek nesile daha çok aktarılmasını sağlayabilir. Aslında bu fikir bir süredir ortada idi: örneğin modern sentezin babalarından J.B.S. Haldane, kendi hayatından “iki kardeş ya da sekiz kuzeni” için vazgeçebileceğini söylemişti. (Çünkü kardeşinizle genlerinizin yarısı, kuzenlerinizle ise yalnızca 1/8’i ortaktır).  Hamilton’un katkısı, sezgisel olarak açık olan bu fikrin gerçekte çalışabileceğini matematiksel olarak kanıtlaması idi. Bugün artık özgeciliğin evrilmesini sağlayan koşulları “Hamilton Kuralı” denen eşitsizlikle ifade ediyoruz: r B > C . Burada r, yardım edenle yardım alan arasındaki akrabalık katsayısı (yani aynı genlere sahip olmaları olasılığı, 0 ile 1 arasında bir sayı), B yapılan yardımın yardım alanın üreme başarısını ne kadar artırdığı, C ise yardım edenin üreme başarısından ne kadar kaybettiğini gösteren değişkenler. Yani Hamilton Kuralı bir bireyin yaptığı yardımın, akrabalık katsayısıyla ağırlıklandırılmış faydası, yardım yapmanın bedelinden daha fazla ise o yardım davranışı evrilecektir diyor.

Başka bir ünlü İngiliz biyolog, John Maynard Smith tarafından “akraba seçilimi” diye adlandırılan bu kuram, günümüzde karınca kolonilerinin evriminden, erkek yaban hindilerinin ortak olup birbirlerine dişilere kur yapmada yardımcı olmasına kadar bir çok durumda işbirliğini açıklayabilen güçlü bir kuram.



Öte yandan bazı işbirliği durumlarında ortaklar bırakın akraba olmayı, aynı türden, hatta aynı alemden bile değiller – yukarıda bahsettiğim rizobium bakterileri ve baklagiller gibi. Böyle durumların evrimsel açıdan sağlamlığı iki tarafın da işbirliğinden bir fayda görmesine ve yardımlarının suistimal edilmemesine bağlı, o yüzden de bunu sağlayacak mekanizmalar evrilmiş. Örneğin soya fasulyesinin köklerindeki rizobium bakterileri eğer azot sabitlemeyi bırakıp yalnızca bitkinin verdiği şekerleri tüketirlerse, bitki kısa zaman içinde bakterilere sağladığı oksijen ve şeker yardımını kesiyor. Bu yüzden azot sabitleyen bakteriler, sabitlemeyenlere göre daha az ürüyorlar (çünkü ev sahipleri onlara yardımcı olmuyor), ve doğal seçilim azot sabitleme özelliğinin evrilmesine yol açıyor. Bu gibi durumlar, evrimsel oyun kuramı kullanılarak inceleniyor.

Özetle işbirliğinin evrimi, halen evrimsel biyolojinin en çok ilgi gören alanlardan birisi ve her geçen yıl yeni buluşlara ve tartışmalara sahne oluyor. Bu pek de şaşırtıcı değil, zira işbirliği, çok hücreli yaşamın ortaya çıkmasından, insanların evrimine kadar bir çok konunun temelinde yatıyor. O yüzden, evrim rekabetçi bir süreç gibi gözükse de, nasıl çalıştığını anlamanın yolu çoğu zaman işbirliğini anlamaktan geçiyor desek abartmış olmayız.

Kaynakça:
Hamilton’ın çığır açan makaleleri:
Hamilton, W. D. (1964a) The genetical evolution of social behavior 1. Journal of Theoretical Biology, 7, 1-16.
Hamilton, W. D. (1964b) The genetical evolution of social behavior 2. Journal of Theoretical Biology, 7, 17-52.

Alanın günümüzdeki durumunu gözden geçiren bir makale:

West, S. A., Griffin, A. S. & Gardner, A. (2007) Evolutionary explanations for cooperation. Current Biology, 17, R661 -- R672.

Resim kaynakları:
1) Medicago italica (yoncanın yakın akrabası bir bitki) kökleri üzerinde Sinorhizobium meliloti bakterisinin oluşturduğu nodüller. Fotoğraf wikimedia'danö Ninjatacoshell isimli kullanıcı tarafından çekilmiş.
2) Bir Camponotus compressus karıncası, pul böceklerine bakarken görülüyor. Pul böcekleri, bitkilerin dallarına yapışarak bitkinin özsuyunu çekerler. Bu özsunun bir kısmı böceklerin vücutlarından taşar. Bir çok karınca türü, pul böceklerinin vücutlarından taşan özsuyla beslenebilmek için bu böcekleri korur ve onlara bakar. Bazen bu karıncalar bitkileri de korur (özellikle de tropik bölgelerde). Böylece üç taraflı bir işbirliği sağlanır. Fotoğraf L. Shyamal'a ait.

5 Mart 2010 Cuma

Biyogüvenlik yasa tasarısının getirdikleri ve götürebilecekleri


Türkiye, Nature ya da Science gibi bilim dergilerinin haber ya da yorum sayfalarına çıktığı zaman, bu genelde iyi bir haberle olmuyor. O yüzden, geçtiğimiz hafta (25 Şubat 2010) Nature’da Türkiye’yle ilgili bir editoriyal yazı çıktığını duyunca ilk tepkim yılgınlık oldu. Ne yazık ki bu tepkimde haklı çıktım: yazı, TBMM’de kabul edilmeye doğru ilerlemekte olan biyogüvenlik yasa tasarısının, eğer kabul edilirse Türkiye’deki biyomedikal araştırmalara yapacağı etkiyi konu alıyor.

Biraz arkaplan bilgisi verelim önce: Türkiye 2000 yılında Cartagena’da imzalanan Uluslarası Biyogüvenlik Protokolüne taraf oldu. Buna göre Türkiye’nin ulusal bir biyogüvenlik yasası çıkarıp uygulamaya koyması gerekiyordu. Düzenlenecek en önemli hususlardan birisi genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) üretimi, ithali ve kullanımı. Nature’ın bildirdiğine göre ilk taslak, bilimadamlarının da katkısıyla hazırlandığı için, ticari amaç için doğaya salınacak organizmalar ile kapalı alanda, yani laboratuarda, güvenlik önemleri altında araştırma için kullanılacak organizmalar arasında gerekli ayrımı yapıyormuş. Ancak aradan oldukça uzun bir süre geçip, iktidar da değişince, yasa tasarısı da değişmiş ve bugünkü halini almış.

Taslağın kendisini TBMM’nin web sayfasından indirip okumak mümkün (ya da buradan buyrun). Tasarının yaptığı en önemli şey, bağımsız bir biyogüvenlik kurulunun oluşturulması ve bu kurula GDO'la ilgili herşeyi denetleme, izin verme yetkisinin ve görevinin verilmesi. Tasarının 9. maddesi bu kurulun esaslarını düzenliyor. Kurulun 9 üyeden oluşması öngörülüyor, 4’ü Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, geri kalanı da diğer bakanlıkların atayacağı üyeler. Atandıktan sonra kurul üyelerinin 3 sene görev yapmaları öngörülüyor; aynı kişi en fazla iki dönem görev yapabilir deniyor. En az iki kurul üyesinin üniversite ve meslek örgütleri arasından seçilmesi öngörülmüş. Üyelerin en az üniversite derecesine sahip olmaları ve kurulun alanına giren konularda en az 5 senelik tecrübeye sahip olmaları gerekiyor.

Kurulun görevi, temel olarak Türkiye’de GDO ile yapılacak tüm işlemleri denetlemek. Yasa tasarısına göre Türkiye’de GDO üretmek, ithal etmek, araştırmalarda kullanmak isteyen herkes kurula başvurmak ve bu başvuruların sonuçlarını beklemek zorunda. Nature’a göre bu zorunluluk biyomedikal araştırmaları ağır bir bürokrasi yükü altına sokacak ve pratikte çok yavaşlatacak. Bana kalırsa bu haklı bir kaygı, özellikle yasa tasarısının kilit noktalarda belirsiz bir dille yazılmış olması ve bazı şeylerin ise yasa tasarısıyla düzenlenmiyor olması nedeniyle.

Örneğin, tasarının 3. Maddesi 4. fıkrası kurulun 90 gün içerisinde başvurunun kabul edilip edilmediğine karar vermesi öngörülüyor, ancak bir yandan da aynı maddenin 5. fıkrasında karar alma süresi 270 günü geçemez deniyor (ve bu süre 4. fıkradaki kararın bildirilmesinden itibaren başlıyor – karar bildirildikten sonra karar alma süresinin başlamasının bürokrasi evreninde bir anlamı var mıdır bilmiyorum ama bana çok mantıklı gelmiyor). Kurul’un kararlarını 11’er uzmandan oluşan risk değerlendirme ve sosyo-ekonomik değerlendirme komitelerinin raporlarına dayandırması öngörülüyor. Ancak bu kurumların nasıl oluşturulacağı ve karar mekanizmaları çok detaylandırılmamış.           

Bir de basitleştirilmiş bir başvuru sürecinden bahsediliyor – daha önceden yapılan başvurularda ve araştırmalarda riskin az olduğu belirlenmiş başvurulara daha basit (ve muhtemelen hızlı) bir süreç uygulanabilir deniyor, ancak bu sürecin tanımlanması yönetmeliğe bırakılmış, o yüzden ne olduğunu bu noktada bilmiyoruz.

Genel olarak yasa tasarısının GDO’larla ilgili işlemleri düzenleyen kısımları bilimsel araştırma için kontrollü ve kapalı bir ortamda yapılan deneyler düşünülerek yazılmamış, tam tersine bütün başvuruların çevresel ve sosyo-ekonomik etkisi varmış gibi düşünülmüş. Açıkçası kontrollü bir laboratuarda bir E. coli’ye floresans genlerinin aktarılması için bir sosyo-ekonomik etki değerlendirmesi gerektiğini düşünmüyorum. Kaldı ki, yasa tasarısı her değişik gen aktarımı için ayrı bir başvuru istiyormuş gibi duruyor, bu çok büyük ve gereksiz bir bürokratik yük. Dahası başvuru kabul edildikten sonra bile her başvuru için Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na belirsiz bir zaman aralığında rapor hazırlanması gerekiyor, bu da araştırma grupları için fazladan gereksiz bir iş yükü. Basitleştirilmiş işlem fıkrasının öngördüğü yönetmelik bu bürokratik baskıyı bir nebze azaltabilir, ancak yasanın çalışma esasının bu kadar sıkı ve “mikroyönetimci”  olması gereksiz ve anlamsız.

Bütün bunlar bir yana, tasarının 5. maddesi, Türkiye’deki genetik, moleküler biyoloji ve biyoteknoloji araştırmalarını tamamen durdurabilecek nitelikte. Bu maddenin 1.a fıkrası, genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimini topyekün yasaklıyor. Yani memelilerde X geninin işlevini anlamak için bir knock-out fare yapmak isterseniz, size gurbet yolu gözüktü, zira “yassah kardeşim!” Maddede araştırma için vs. gibi bir istisna gösterilmemiş, tamamen yasak. Sadece bakterilerin genetiğini değiştirebilirsiniz efendim. Ancak dikkat çeken bir nokta, Türkiye'de GD bitki ya da hayvan üretmek yasak ama ithal etmek (izin alabilirseniz) yasak değil. Dışarıdan gelen GDO’ların burada üretilenlere göre daha güvenli olacağı mı düşünülmüş acaba? Yakın zamana kadar büyük miktarlarda genetiği değiştirilmiş tarım ürünü ithal ettiğimize göre, bu ithalatçılar için iyi haber olsa gerek.

Genel olarak, yeterli donanıma sahip araştırma laboratuarlarında yapılan biyoteknoloji çalışmalarıyla, ticari olarak GDO’ların halka sunulması ya da çevreye salınması birbirinden çok farklı eylemler. Yasa tasarısının en büyük eksiği ikisini de aynı kurallara tabi tutması. Halka sunulan ya da çevreye salınan GDO'ların oldukça sıkı bir denetime ve raporlanmaya tabi tutulması halk sağlığını ve çevreyi korumak adına gayet mantıklı, ve itiraz edilecek bir şeyi yok. Ancak laboratuardaki araştırma faaliyetleri için durum farklı; zira burada deneyler genel olarak kontrollü ortamlarda yapılmakta. Bu kontrollü ortamların yeterince güvenli olduğunun denetlenmesi gerek elbette, ancak bunu her proje için ayrı ayrı yapmak hem gereksiz, hem de aslında etkisiz, zira bir araştırma tesisinin güvenlik önlemlerinin ve protokollerinin ayrı ayrı projelerle değil, bir bütün olarak ele alınması gerekiyor. Eldeki yasa tasarısı bu konuda herhangi bir düzenleme öngörmüyor (örneğin şu tip araştırmaları yapacak tesisler şu güvenlik öğelerine sahip olmalı gibi bir düzenleme getirmiyor). Dahası, araştırma eylemi doğası gereği esneklik isteyen bir eylem. Yani diyelim ki bir deneyiniz çalıştı, onu takip için başka bir deney yapmak istiyorsunuz, bunun için tekrardan bakanlığa başvurup, baştan karar alınmasını beklemek (basitleştirilmiş süreçte bile) araştırmalarınızın aksamasına yol açacak bir şey.

Kısacası, bu yasa tasarısı GDO ilgili herşeyi tek bir yaklaşımla düzenlemeyi hedefliyor, ancak bunu yaparken bir yandan Türkiye’deki biyomedikal araştırmaları pratikte bitirebilecek kadar büyük bir bürokrasi yükü yaratırken diğer yandan biyogüvenlikle ilgili yapılması gereken bir çok düzenlemeyi es geçiyor (özellikle tesislerin ve altyapının uygunluğunun düzenlenmesi ve denetlenmesi konusunda). Dahası, ismi biyogüvenlik yasa tasarısı olmasına rağmen tasarının tamamı yalnızca GDO’larla ilgili – yani genetiği değiştirilmemiş, ama yine de öldürücü ya da çevreye büyük zarar verme potansiyeline sahip organizmalarla ilgili bir düzenleme yok bu tasarıda. Bu hiç de iç rahatlatıcı bir durum değil açıkçası.

Son söz olarak sürece dair bir şey söylemek gerek. Bu yasa tasarısı 2000 senesinden beri hazırlanmakta olan bir tasarı. Bu süreçte, kamuoyunda biyogüvenlikle ilgili ihtiyaçlarımızın ve yapılabileceklerin tartışılması ve düzenlemelerin ekonomik, sosyal ve araştırma-geliştirme yönünden etkilerinin incelenmesi, düşünülmesi gerekirdi. Kamuoyunda bu olmadığı gibi (tasarının komisyondan geçmesi haber bile olmadı çoğu yerde, açıkçası Nature bu konuyu ele almasa benim de haberim olmayacaktı), konuyla en çok ilgili olan TÜBİTAK ve TÜBA bile büyük ölçüde sessiz kalmış benziyor. TÜBİTAK’ın web sayfasında “biyogüvenlik”, “genetiği değiştirilmiş organizma” ya da “GDO” anahtar kelimeleriyle yapılan bir aramada hiç sonuç çıkmıyor. TÜBA ise, Nature’ın yazısına göre bu konuda bir pozisyon belgesi hazırlamayı planlıyor ama daha sonuç yok. Sonuçta, geleceğimiz için büyük önem taşıyan bu konuda ne yaptığımızı tam bilmeden, tartışmadan, etkili olacağı şüpheli ama gelecek için bedeli büyük olabilecek kararlar alıyoruz.

(Yazının başındaki fotoğraf, Greenpeace'den, genetiği değiştirilmiş papaya ağaçlarını protesto eden bir eylemde çekilmiş)