tag:blogger.com,1999:blog-36669519375109472862024-02-07T01:09:17.829-08:00müspet ilimler kumpanyasıbilim ve başka ilginç konular üzerine düşünceler...Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.comBlogger65125tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-91608701954670592672012-07-13T05:29:00.000-07:002012-07-13T13:28:20.552-07:0010 soruda Higgs Bozonu<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<i>Higgs Bozonu ile ilgili merak edip soramadığınız her sorunun cevabını MüspetİlimlerKumpanya'sından Dr. Can Kozçaz'ın ağzından aşağıda bulabilirsiniz. Dr. Can Kozçaz doktorasını 2009 yılında University of Washington'da tamamladıktan beri CERN'de teorik fizik konusunda araştırmalarına devam etmekte.</i><br />
<br />
<br />
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Avrupa
Nükleer Araştırma Merkezi, CERN, 4 Temmuz günü yeni bir parçacık keşfettiğini
açıklayan bir basın toplantısı yaptı. Buna benzer bir toplantıyı geçtiğimiz yıl
13 Aralık tarihinde de yapmıştı, iki açıklama arasındaki fark nedir?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">İki
açıklama arasındaki farkı anlamak için CERN’de yapılan deneylerde nasıl yeni
fizik modellerinin arandığı anlamamız gerekiyor. Deneylerde gözlemlenen
çarpışmaların hemen hemen hepsi, zaten bugün bildiğimiz fizik süreçlerinden
kaynaklanıyor. Aradığımız yeni fizik süreçleri çok nadir gerçekleşiyor. Bu
yüzden istatistiği arttırmak gerekiyor.
13 Aralık tarihinde yapılan ilk açıklamada, 2011 yılında toplanan
verilerin ön inceleme sonucu çıkan yeni bir parçacığa dair ip uçları
duyurulmuştu, bir buluş yapıldı demek için yeteri kadar istatistik yani veri
yoktu. Son yapılan açıklamada ise yeni bir parçacık bulunduğuna emin olmamızı
sağlayacak kadar çok veri incelenerek yeni bir parçacığın bulunduğu açıklandı.</span><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">İstatistik
nasıl sonuçları etkiliyor?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Basit
bir örnek üzerinden düşünebiliriz: Diyelim ki elimizde bir zar var ve bu zarın
hileli mi yoksa hilesiz mi olduğunu anlamak istiyoruz. Bunu anlamak için, zarı
birçok kere atıp, gelen sayıları bir yere kaydedebiliriz. Birçok denemeden
sonra eğer gelen sayılarda düzgün bir dağılım varsa, zarın hilesiz olduğuna
güvenimiz artar. Ama bunun tersi ile karşılaştığımızı, arka arkaya aynı sayının
geldiğini düşünelim. Zar gerçekten hileli diyebilir miyiz? Yoksa şans eseri mi
aynı sayı üst üste geldi? Karar vermek için zar atmaya devam eder, bu sayıların
hangi düzende gelmeye devam ettiğini anlamaya çalışırız. İşte 13 Aralık ile 4
Temmuz arasında yapılan da bunun bir benzeriydi, daha yüksek enerjide daha çok
çarpışma kaydedilip, analiz edildi. Geçen sene görülmeye başlanan sinyalin şans
eseri değil, gerçekten yeni bir parçacığın varlığını işaret ettiği anlaşıldı.</span><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Bulunan yeni
parçacık nedir? Higgs bozonu mu?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Bilim
insanları genel olarak emin olmadan buluşlarını duyurmazlar. CERN’deki ATLAS ve
CMS deneyleri de bundan farklı bir yaklaşım sergilemedi. Emin oldukları ve
açıkladıkları, bilinen fizik süreçlerinin üretebileceğinden daha fazla parçacık
üretimi gözlemledikleri ve bunun istatistiksel bir dalgalanma olmadığıdır.
Ölçülen değerler, Higgs bozonunun varlığını öngören en basit modelle uyum
içinde gözüküyor ve Higgs bozonu olduğu ile ilgili çok güçlü kanıtlar veriyor.
Kesin olarak “Görülen Higgs bozonudur” demek için gene de daha çok veriye
ihtiyaç var. Yapılan açıklamalara göre üç ile dört yıl daha beklememiz
gerekiyor.</span><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Higgs
bozonunu algıçlar nasıl algılıyorlar?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Parçacık
fiziğinde kullanılan temel prensip Albert Einstein’ın ünlü E=mc<sup>2</sup>
denklemine dayanıyor. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı, proton demetlerini yüksek
enerjilere çıkartıyor. Bu demetleri, üzerindeki algıçların aradıkları fiziğe ve
tasarımlarına göre belirli noktalarında saniyede 600 milyon gibi yüksek
sayılarda çarpıştırıyor. Bu çarpışmalarda Einstein’ın denklemine göre enerji
maddeye dönüşüyor, yani yeni parçacıklara. Algıçlar ise bu parçacıkları
özelliklerini ölçerek, buradan yeni fizik süreçlerini anlamaya çalışıyorlar.<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"> </i></b>Higgs
bozonu çok kısa ömürlü bir parçacık olduğu için, oluştuğu anda farklı süreçler
üzerinden son ürün olarak daha önceden bildiğimiz elektron, foton gibi
parçacıklara bozunuyor. Son ürünlerin ne olduğuna göre, farklı bozunma
kanalları tanımlanıyor. Değişik kanallar algıçların farklı sistemlerinde iz
bırakıyorlar. Bu aynı zamanda, Higgs bozonunun bozunma kanalları aynı algıç
içinde bile farklı teknolojiler, yazılımlar ve çözümleme yöntemleri ile
inceleniyor demektir. Yapılan ölçümlerin doğruluğu acısından önemli bağımsız
ölçümler bir kriterdir. İncelemelerin izlediği yol, Higgs bozonun bozunma
kanallarında, önceden bilinen süreçlerin o kanallara yaptığı katkıyı çıkartıp,
yeni süreçlerden ya da yeni parçacıklardan gelen bir fazlalık var mı onu
anlamaya çalışmaktır.</span><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Büyük Hadron
Çarpıştırıcısı’nın bulduğu ilk parçacık mı?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Deneyler
daha önce ağır kuarklar içeren başka yeni parçacıklar gözlemlediler ve bu
buluşların da çok önemli olduklarını söylemeye gerek yok. Buna rağmen, bu yeni
parçacıkları kıskandıracak ilginin Higgs bozonu adayının üzerinde olmasının
sebebi, Higgs bozonun elimizdeki modelin yapı taşlarından biri olması. Daha da
önemlisi şimdiye kadar yaptığımız deneylerin sonuçları ile uyum içinde olan
modelin öngörülen ve daha gözlemlenmemiş son parçacığı olması. Umuyorum
gözlemlediğimiz son parçacık olmaz.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Bu model
nedir? Ne işe yarar?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Etrafımızda
gördüğümüz madde olsun, gezegenler veya yıldızlar olsun, biliyoruz ki hepsi
atomlardan oluşuyorlar. Atom kavramı, Demokritos tarafından milattan önce 5.
yüzyılda tarafından ortaya atılan daha fazla parçalanamaz anlamına gelen eski
Yunanca átomos kelimesinden geliyor. Atomların, maddenin temel yapı taşı olduğu
düşünülüyordu. Bugün bunun yanlış olduğunu, aslında atomun proton ve nötrondan
oluşan bir çekirdekten ve onun etrafında dönen bir elektrondan oluştuğunu
biliyoruz. Hızlandırıcı teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde, proton ve
nötronlar ile yapılan deneylerde, bunların da iç yapıları olduğu anlaşıldı.
Proton ve nötronların, kuark denen temel yapı taşlarından ve bunların etkileşip
bir arada durmasını sağlayan gluonlardan oluştuğu deneysel olarak gösterildi.
Kuantum renk dinamiği denen model ile gözlemler kuramsal olarak açıklandı.
Nötronların ve radyoaktif atomların bozunmasını açıklamak üzere zayıf çekirdek
kuvvetini açıklayan zayıf etkileşim kuramı ortaya atıldı. Bu kuram gluonlar
dışında kuarklarla etkileşen W ve Z adı verilen başka parçacıkları öngördü. Bu
parçacıklar CERN’de gerçekleştirilen UA1 ve UA2 deneylerin de gözlemlendiler. W
ve Z parçacıklarının, aynı zamanda elektronlarla ve onların neredeyse kütlesiz
‘kardeşi’ olan nötrinolarla da etkileştiği deneysel olarak ispatlandı. Zayıf
etkileşim, elektromanyetizma ile birleştirilerek elektrozayıf kuramı ortaya
atıldı. Elekrozayıf kuramı ve kuantum renk dinamiği şimdiye kadar yapılan
deneyleri açıklamada sonra derece başarılı olan Standart Model adı verilen
model altında birleştirildi. Bu model gözlemlediğimiz yüzlerce parçacığı ve
bunların etkileşmelerini, altı tane kuark, altı tane lepton adı verilen
elektronun da içinde bulunduğu temel parçacık ve aralarındaki etkileşmeleri
sağlayan taşıyıcı 4 parçacıklardan oluşur. En basit halinde, bütün
parçacıkların kütlesiz olmaları gerekmektedir. Bu önermenin yanlış olduğu
ölçülebilen elektron kütlesinden bellidir. Temel parçacıkların kütlesi olmasını
sağlayan, üç grup tarafından birbirinden bağımsız olarak ortaya atılan
mekanizma, Higgs bozonu diye adlandırılan parçacığı öngörür. Yani bu model
temel parçacıkların kütlelerini açıklamaya yarar.</span><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Higgs bozonu
maddeye kütlesini veriyor diyebilir miyiz?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Maddeye
kütle vermekle, temel parçacıklara kütle vermek arasında ince bir fark var.</span><span lang="TR"> </span><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Higgs mekanizması, kuark, elektron ya da W ve Z bozonu
gibi temel parçacıkların kütlelerinden sorumludur. Oysa bir protonu düşünürsek,
içindeki kuarkların toplam kütlesi ölçülen proton kütlesinden çok daha
küçüktür, yaklaşık yüzde biri kadar. O zaman bu fark nereden geliyor? Bu
sorunun cevabı kuantum renk dinamiğidir. Aynı mekanizma nötron içinde geçerlidir.
Elektron kütlesinin, proton ve nötron kütlelerinin yaklaşık iki binde biri olduğunu
düşünürsek, Higgs mekanizmasının bir atom kütlesine katkısı yaklaşık yüzde bir
kadardır. Asıl ilginç olan, Higgs mekanizmasının elektronlara kütle vermemesi
olurdu. Atom çekirdeği, aşağı yukarı aynı kütlesine sahip olsa da,
elektronların kütlesi olmayacağı için çekirdek etrafında bulunamazlardı. Atom
ve moleküller oluşmayacağı için evren çok farklı olurdu. </span><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Higgs bozonu
nedir?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Higgs
bozonunu anlamak için daha iyi bilinen bir etkileşmeyi yakından anlayıp
karşılaştırabiliriz. İki tane aynı elektrik yükü taşıyan parçacığın
birbirlerini ittiklerini biliyoruz. Günümüzdeki anlayışa göre parçacıklar
arasındaki etkileşmeler yerel olmak zorundadır. Diğer bir deyişle aralarında
bir uzaklık olan iki parçacık birbirlerini doğrudan etkileyemezler. Etkileşim olması
için, taşıyıcı parçacıkları, yani fotonları, birbirleri arasında değiş tokuşu etmeleri
gerekir. Buna benzer bir şekilde elektrik alanı içinde bulunan yüklü bir
parçacık, alanla foton değiş tokuşu üzerinden etkileşir. Higgs mekanizmasını bu
örnekteki elektrik alanı ve Higgs bozonunu da foton gibi düşünebiliriz. Higgs
alanı bütün evrene yayılmış bir alan olup, temel parçacıklarla bu alanın
dalgalanması olan Higgs bozonu değiş tokuşu sayesinde etkileşir. Temel
parçacıkların kütlesi bu alanın ortalama değeri tarafından belirlenir.
Deneylerde de gözlemlenen Higgs bozonunun farklı parçacık çiftlerine
bozunmaları, Higgs alanının bu farklı temel parçacıklarla etkileşmeleri
sonucudur.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Higgs bozonunun keşfi günlük yaşamı nasıl etkileyecek?<o:p></o:p></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Bilim, doğayı anlamak için, insanın içgüdüsel merakının
sonucu olarak yapılır. İnsanlığın, bunu kabullenmesi ve desteklemesi lazım. Örneğin,
Einstein genel görelilik kuramını yazarken, yerçekimini anlamak hedefiyle
çalışmıştı. Ortaya koyduğu yeni kavramlar, bugün GPS’nin çalışmasında temel
oluşturuyorsa da, Einstein’ın amacı GPS değildi. Higgs bozonu ve yeni fizik
arayışları, doğayı en temel seviyede anlama arzumuzdan kaynaklanıyor. Bu
arayışlar sırasında geliştirilen teknolojiler birçok alanda yaşamamıza girmiş
durumda. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Bundan sonra
ne olacak?</span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"><br /></span></i></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">Büyük
Hadron Çarpıştırıcısı üzerindeki deneylerin tek amaçları Higgs bozonunu bulmak
değil. Standart Model her ne kadar yaptığımız deneyler ile uyum içinde olsa da,
yerçekimini içermiyor. Bunun dışında, biliyoruz ki evrenin sadece yüzde dört
gibi küçük bir kısmı bildiğimiz maddeden oluşuyor. Geri kalanı, madde ile
baskın olarak yerçekiminden etkilenen karanlık maddeden ve evrenin genişleme
hızının artmasından sorumlu olan karanlık enerjiden oluşmaktadır. Standart
Model’in şu an için</span><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;">bu
konularda da kesin bir çözümü yok.
Standart Model’in, kuramsal olarak fizikçilere doğal gelmeyen özelliklerini
anlamak için ortaya atılmış farklı öneriler var. Bütün bu sebeplerden dolayı,
Standart Model’in son kuram olmadığını biliyoruz. Bulunan yeni parçacığın Higgs
bozonu olup olmadığı anlaşılmaya çalışılırken, Standart Model’i geliştirmek ve
tamamlamak için veri toplamaya devam edeceğiz. Ortaya attığımız kuramlardan
bazıları doğru çıkabileceği gibi, belki hiç tahmin etmediğimiz yepyeni
etkileşimler veya parçacıklar bulacağız. Bu arayış en az 10-15 yıl daha devam
edecek. Unutmamamız gereken doğanın bu konuda son sözü söyleyecek olması. Çok
büyük ihtimal, başka 4 Temmuzlar bizi bekliyor.</span><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR" style="font-family: Times; font-size: 14pt;"> </span></i></b><span lang="TR"><o:p></o:p></span></div>
</div>Canhttp://www.blogger.com/profile/08404625766069662628noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-69916014551174751192012-01-17T10:47:00.000-08:002012-01-17T11:14:00.919-08:00Bilim, füzeler ve milli beraberlikGeçtiğimiz sene, ülkemizin bilimi desteklemekle görevli ana kurumlarından birisi olan TÜBİTAK'ta görev değişimi oldu. Sekiz senedir başkanlık (önce başkan vekilliği) yapmış olan Nükhet Yetiş yeniden görevlendirilmeyip yerine o sırada TOBB üniversitesi rektörü olan Yücel Altunbaşak getirildi. Benim ilk tepkim, en azından sonunda gerçek bir araştırma kariyeri olan (mesela kendisine yapılan atıf sayısı tek haneden fazla sayı olan) birisini buldular diye sevinmek olmuştu. Türkiye'ye dönmeden önce Georgia Tech üniversitesinde tam profesör olan Altunbaşak, böyle bir görev için gerekli yetkinliğe sahip gözüküyordu. Öte yandan, Altunbaşak'ın seçilmesinde ağır basan faktörlerlerden birisi muhtemelen endüstri ve akademik alanların arasında gidip gelen deneyimleriydi. Burdan yola çıkarak, TÜBİTAK'ın ileride daha çok uygulamalı ve piyasa ya da kamu sektörüne yönelik işlere ağırlık vereceği sonucunu çıkarabilirdik. Son haberler bu öngörüleri doğrular nitelikte.<br />
<br />
Önce, bir kaç hafta önce yapılan Bilim Teknik Yüksek Kurulu toplantısıyla ilgili haberler geldi. NTVMSNBS'nin <a href="http://www.ntvmsnbc.com/id/25309833/">haberine</a> göre, toplantıda Başbakan elimizdeki yerli üretim füzelerin menzilinin düşük (150 km) olmasından yakınmış, ve TÜBİTAK'tan 2500 km menzilli füze yapmasını istemiş. Bu istek karşısında anladığımız kadarıyla sayın Altunbaşak bu hedefi hemen kabullenmiş. Milli bilim politikamız da böylece çizilmiş durumda: ilk hedefimiz 2500 km ötesi, ileri!<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjRx_yTBqIbB6ntnbO83scXhk1HVVM8aDPNOUaOgC9NoTeQ8KJAmT3yZ2OOiu3y-UcCIoSDbgMq9Pci8WA7cKM8qHJWSZGOnKrmrl3WEUNPM2jtVe2H1rHvLBRfHuj8XHjO7LrnOAfbfiA/s1600/ankara2500.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="223" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjRx_yTBqIbB6ntnbO83scXhk1HVVM8aDPNOUaOgC9NoTeQ8KJAmT3yZ2OOiu3y-UcCIoSDbgMq9Pci8WA7cKM8qHJWSZGOnKrmrl3WEUNPM2jtVe2H1rHvLBRfHuj8XHjO7LrnOAfbfiA/s320/ankara2500.jpg" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Ankara'dan 2500km neresidir diye merak edeniniz varsa diye. Lüksemburg'u uzun zamandir gözümüz tutmuyordu zaten; yeni füzemiz sayesinde ayağını denk aldığından emin olabiliriz.</td></tr>
</tbody></table>
<br />
Gelelim diğer habere: TÜBİTAK, geçtiğimiz cuma günü başkanla basın mensuplarını bir araya getirecek bir kahvaltı toplantısı düzenlemiş. Bence oldukça olumlu bir fikir; bilim medyada çok az yer buluyor, bulunca da keşke bulmasaydı dedirtiyor. Ülkenin en önemli bilim kuruluşlarından birisinin başkanının medyayla bağlantılar kurması takdire şayan. Tabi olumlu görüşler sayın Altunbaşak'ın toplantıda söylediklerini duyana kadar devam ediyor. Çoğu kişi Darwin yorumuna takıldı, ama toplantının geri kalanında başka türlü konuşmuş olsa tek başına bu dedikleri o kadar batmazdı bana. Ne yazık ki öyle olmadı.<br />
<br />
Sol.org'un haberine göre, TÜBİTAK'ın projeleri arasında, Acun Ilıcalı diye bir karakterin sunacağı, bilimadamlarına yönelik bir yetenek yarışması, raftan indirecekleri 300 "çok değerli" proje ve İngiltere'nin 5. zengin kişisinden (<a href="http://www.therichest.org/nation/sunday-times-rich-list-2011/">şu listeye</a> göre Ernesto ve Kristi Bertarelli çifti) alacakları <strike>20</strike> 100 milyon dolarla (20 milyon TÜBİTAK'ın koyacağı miktarmış) yapmayı planladıkları "bir şeyler" var. Kusura bakmayın ama bunlardan TÜBİTAK başkanının düzgün bir bilim politikası varmış izlenimi çıkmıyor. Ya da Altunbaşak topladığı gazetecileri sadece magazinle ilgilenecek insanlar olarak görüyor, bilemiyorum.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9l4SFxI-TwHqgAU2mFfoXzNYEZherjyVbHtQoPPLLl5LH9m-evezHQyqYcB_w2iFHdCvqmwKBXfXF_n2-Wu0B_GhRvbE4eqImultjVVpXAX92xaRAoFThjcZ3gokJpNrTWc6RTYkUSAs/s1600/Tub%25C4%25B1takKahvalt%25C4%25B118.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="197" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9l4SFxI-TwHqgAU2mFfoXzNYEZherjyVbHtQoPPLLl5LH9m-evezHQyqYcB_w2iFHdCvqmwKBXfXF_n2-Wu0B_GhRvbE4eqImultjVVpXAX92xaRAoFThjcZ3gokJpNrTWc6RTYkUSAs/s320/Tub%25C4%25B1takKahvalt%25C4%25B118.JPG" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Basın mensupları ile kahvaltıdan bir görünüm (kaynak: TÜBİTAK)</td></tr>
</tbody></table>
<br />
Aslında TÜBİTAK'ın bilim politikasıyla ilgili bir çok resmi ve ciddi dökümanı var, web sayfasından ulaşabileceğiniz. Bir sürü yöneylem lingosu ve minimum editlenmiş rakam/grafiklere boğulmuş bu dökümanları okumak biraz eziyetli, ama benim bunlarla geçirdiğim saatlerden çıkardığım açık sonuç, TÜBİTAK'ın var gücüyle uygulamalı alanlara yöneliyor olması. Daha anlaşılır bir döküman isterseniz, mesela Yücel Altunbaşak'ın Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu'ndaki <a href="http://tubitak.gov.tr/tubitak_content_files//BTYPD/btyk/23/BTYK23_TUBITAK_Sunus.pdf">sunuşuna</a> göz atın. Sunuşun neredeyse tamamı, AR-GE çalışmalarının özel sektörle nasıl daha iyi entegre edileceği üstüne. Öte yandan, uygulamalı bilimler içinde bile geçmişe yönelik bir bakış açısı var, gelişmiş ülkelerin 20-30 sene öncesinde yapıp bitirdiği şeylerle (uçak, füze) ilgilenme eğilimi. Örneğin 21. yüzyılın ortalarında iklim değişikliği büyük teknolojik ihtiyaçlar doğuracak ama bu konu hiç bir politika belgesinde zikredilmiyor.<br />
<br />
Gelelim Darwin'e. Ne bekliyorduk bilmiyorum ama, yine de hayal kırıcı. Belli ki Altunbaşak tartışmalı konulara girmek istemiyor, hay hay, girmesin. Ama tartışmadan kaçınmanın 150 senelik bilim tarihini bir kalemde silip atmadan izlenebilecek yolları var. Deseydi ki, "Evrim olgusu ve bilimi, verilerle desteklenmiş, artık doğruluğu su götürmeyen şeyler. Bunları tartışmayalım. Ama evrim olgusunun dini inanç, Tanrı'nın varlığı yokluğu konusunda ne anlama geldiği konusunda bir çok görüş var, ben bunlar hakkında yorum yapmam. Vicdan özgürlüğü var, isteyen istediğine inanır, bize yanlışsın demek düşmez," desin. Biz de bunu yazmak zorunda kalmayalım.<br />
<br />
Ancak TÜBİTAK başkanımız belli ki hem bilimin hem de onu üreten ulusun değerinin, yaptıkları füzelerin sayısı ve menziliyle ölçüldüğü görüşünde. Üzüntü verici.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHEW5CQm54BWSd7aXtbQ5lWboMDFQHvmCmo8zdqKfFGhN5KUy6OJKAt7BVpqQb3bRZLV_Oo_OpH_5U_IpEelztKdcmnqPFqyg8sWYM3mUi4y5wgjwmJVfQ_VC-66pn0wNoVPdqfHGi4fU/s1600/PropagandaNaziJapaneseMonster.gif" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHEW5CQm54BWSd7aXtbQ5lWboMDFQHvmCmo8zdqKfFGhN5KUy6OJKAt7BVpqQb3bRZLV_Oo_OpH_5U_IpEelztKdcmnqPFqyg8sWYM3mUi4y5wgjwmJVfQ_VC-66pn0wNoVPdqfHGi4fU/s320/PropagandaNaziJapaneseMonster.gif" width="213" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">İkinci Dünya Savaşı'nda Amerikalılar'ın milli beraberliği pekiştirip füze ve uçak üretimini artırmak amacıyla hazırladığı posterler. Yurtçapında kurulması planlanan bilim merkezlerinde bu tarz posterlere rastlayabileceğimizi öngörüyorum. Çift kafalı Nazi-Japon canavarı yerine mesela Darwin-Wallace kullanılabilir. (kaynak: <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/File:PropagandaNaziJapaneseMonster.gif">Wikipedia</a>)</td></tr>
</tbody></table>Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-80528888668702981682012-01-07T12:36:00.000-08:002012-01-07T12:46:42.302-08:00Türkiye'nin tehdit altındaki doğasıMüspet İlimler Kumpanyası'ndan herkese mutlu seneler. Yine uzun bir sessizlikten sonra karşınızdayız; sessizliğimizi önemli bir konu için bozuyoruz.<br />
<br />
Geçtiğimiz Eylül ayında, hükümet TÜBA'nın niteliğini temelden değiştirecek kararları sonrasında, Science dergisinin editörü ve Amerikan Bilimler Akademisinin eski başkanı Bruce Alberts, bu kararın yanlışlığını vurgulayan bir başyazı kaleme almıştı. Bizde hükümetin gelişigüzel, tartışma yapılmaksızın ferman buyurması çok da az rastlanan bir durum değil, ama bu sefer bu kararın yanlışlığı uluslararası bilim toplumunun gündemine de girdi. Ancak hükümetin bu tarz kararlarından zarar gören sadece akademikler değil ülkemizde; Türkiye'nin bütün doğal varlığını ve yaşamı bu doğal varlıklara bağlı bütün vatandaşlarımız da son bir kaç senedir değiştirilen yasalar ve yönetmeliklerden büyük zarar görmekte.<br />
<br />
O yüzden, Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu'nun başını çektiği bir ekip olarak Science dergisinde yayınladığımız yazımızda (tam metne <a href="http://www.princeton.edu/%7Eeakcay/publications_files/Sekercioglu_et_al%28letter%292011.pdf">buradan</a> ulaşabilirsiniz) bu sorunlara dikkat çektik. İlk amacımız, Türkiye'nin yüksek derecede çeşitlilik içeren doğasını kısa bir şekilde tanıttık, zira özellikle batıdaki araştırmacıların önemli bir kısmı Türkiye'nin evsahipliği yaptığı çeşitlilikten haberdar değil. Bir kaç ay önce, bu çeşitliliği tanıtan detaylı bir makalemiz Biological Conservation dergisinde çıkmıştı; umuyoruz bu eksikliğin giderilmesinde bir ilk adım olacak. (Bu makalenin tam metnine <a href="http://www.princeton.edu/%7Eeakcay/publications_files/sekercioglu_et_al2011.pdf">buradan</a> ulaşabilirsiniz.)<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQZKyaFA74YrxN94bhUuc4onUvxUeTSZaQco_KZrY853chx2Rh0f9ya-b7ZsBQ_altuM6acIuzaOeLPPcfcbCyCQeAsyjTcqpGKZr_hi97s1y-C3jBD5jeDiAGCJGg9JL0LLLfe-oIq7A/s1600/Firtina-Deresi.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="265" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQZKyaFA74YrxN94bhUuc4onUvxUeTSZaQco_KZrY853chx2Rh0f9ya-b7ZsBQ_altuM6acIuzaOeLPPcfcbCyCQeAsyjTcqpGKZr_hi97s1y-C3jBD5jeDiAGCJGg9JL0LLLfe-oIq7A/s400/Firtina-Deresi.jpg" width="400" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Fırtına deresi</td></tr>
</tbody></table>
Ancak bu büyük çeşitlilik, özellikle son bir kaç senedir giderek artmakta olan yapılaşma ve enerji üretimi planları tarafından tehdit edilmekte. Hükümetin son senelerde aldığı bir dizi karar, Türkiye'de doğa koprumasının --zaten halihazırda da çok güçlü olmayan-- yasal ve pratik altyapısını büyük ölçüde erozyona uğrattı. Bu kararların bazıları şöyle:<br />
<br />
-- Haziran 2010'dan beri, yaban hayatı koruma alanlarında madencilik yapılmasının öne açıldı<br />
-- 2010 Ağustos'unda nehirler ve kıyı alanları sulak alanları koruma kapsamından çıkarıldı, böylece korunması gereken alanlarda baraj ve turistik tesis yapılmasının önü açıldı<br />
-- Sivil toplumun katılımı minimize edilerek hazırlanan tabiatı ve biyoçeşitliliği koruma kanunu taslağında "koruma-kullanma dengesi", "sürdürülebilir kullanım", "ortak fayda" gibi kavramların yeniden tanımlanarak korunan alanlar yapılaşmaya daha açık hale getirildi.<br />
-- Temmuz 2011'de, 475 bin hektarlık 2-B orman arazilerinin şu anda ev sahipliği yaptıkları önemli ekolojik toplulukları korumak yerine, satılıp yapılaşmaya açılmaları sağlandı.<br />
-- Ağustos 2011'de 1923'den beri ilan edilmiş bütün Doğal SİT alanları (1261 adet), yeniden değerlendirilmeye alındı. Çoğu SİT alanının bu sürecin sonunda koruma statüsünü kaybedip yapılaşmaya ve baraj inşaatlarına açılacağı bekleniyor.<br />
<br />
Hükümetin önceliklerinin bir göstergesi, eski Çevre ve Orman bakanlığının ikiye ayrılıp Çevre ve Şehircilik, ve Orman ve Su İşleri bakanlıklarının kurulması ve bunların başına sırasıyla eski TOKİ genel müdürü ve eski DSİ genel müdürünün getirilmesi. Belli ki doğa koruma bu iki bakanlıkta da geri planda kalacak.<br />
<br />
Türkiye, Yale Üniversitesinin Çevre Performansı endeksinde yaşam alanı ve biyoçeşitlilik koruma kategorisinde 163 ülke arasında 140. sırada. Ülkemiz alanının sadece yüzde 1.2'si sıkı koruma altında (milli parklar gibi), ama zaten yetersiz olan bu alanlar bile artık tehdit altında. Aynı zamanda ülkemizin sera gazı salınımları giderek artan bir hızla yükseliyor. Bu eğilimlere karşı önlem almaktansa, hükümet ülkemizin zengin doğasını ve bu doğadan geçinen insanlarımızı hiçe sayıyor. Umuyoruz ki bu yazı, hükümetin zararlı politikalarının değiştirilmesi için hem yurtiçinde hem de dışında kamuoyu oluşturmaya yardımcı olacak.<br />
<br />
(Konuyla ilgili, Işıl Öz'ün <a href="http://t24.com.tr/turkiyede-biyolojik-cesitlilik-kriz-altinda/haber/188940.aspx">T24'deki haberini</a> de okumanızı tavsiye ederim. Biological Conservation dergisindeki makalemiz, NY Times'ın <a href="http://green.blogs.nytimes.com/2011/12/22/turkeys-biodiversity-at-risk-yet-largely-ignored/">çevre blogunda da yer buldu</a>.<br />
<br />
Son olarak, bu yazıdan sonra doğal zenginliğimiz konusunda ümitsizliğe kapıldıysanız, antidot olarak Çağan Şekercioğlu ve arkadaşlarının Doğu Anadolu'da yürüttüğü <a href="http://kuzeydoga.org/">fevkadale projelere bir göz atın</a> ve Kuzeydoğa derneğini destekleyin.)Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-17743547892319139382011-03-21T16:06:00.000-07:002011-03-21T16:06:37.398-07:00Konuk yazar Nihal Engin Vrana: Evrimi anlamama kılavuzu<i>Yine uzun süren bir sessizliğe büründük; kusura kalmayın. Yazacak şey olmadığından ya da yazmak istemediğimizden değil de, vakitsizlikten muzdaribiz. Neyse ki biz batonu düşürdüğümüz zaman yakalayıp koşmaya devam eden arkadaşlar var. Bugün sizlere Dr. Nihal Engin Vrana'nın, evrim hakkında sık rastlanan yanılgıları ve bunlara nasıl yanıt verilmesi gerektiğini irdeleyen yazısını sunuyoruz.</i><br />
<br />
<i>Yazarımızı biraz tanıtalım önce: Dr. Vrana, lisans ve lisansustu egitimini sirayla ODTU Biyoloji ve Biyoteknoloji bolumlerinde tamamladiktan sonra, doktorasını Dublin City Üniversitesinde bir Marie Curie Erken Donem Araştırmacı bursuyla almıştır. Şu anda da Strasbourg Üniversitesine bağlı INSERM UMR977 Biyomalzeme ve Doku Muhendisligi ünitesinde, yapay soluk borusu gelistirmek uzere bir projede doktora sonrası araştırmacı olarak çalışmaktadır. Temel ilgi alanlari yapay doku üretimi ve biyomalzeme-hücre etkileşimleri olan Dr. Vrana’nın, bu alanlarda 2 uluslararasi patent başvurusu ve 10'un üzerinde yayını vardır. Akademik hayatı dışında bilim-kurgu okumayı ve yazmayı seven Dr. Vrana, bugünün kurgusunu geleceğin gerçeği yapma konusunda caba sarfetmektedir. Kendisinin Kumpanyamızın devamlı üyelerinden birisi olması dileğiyle.</i><br />
<br />
<b>Evrimi anlamama kılavuzu -- Nihal Engin Vrana</b><br />
<br />
Internet basininda cok sevdigim bir sey var: Insanlarin yorumlarini okumak. Cunku gazetelerin mesreplerine gore ne yazacaklari 3 asagi 5 yukari belli iken; onu okuyan insanlarin ne anlayip ne yazacaklari simdilik bir muamma. Bu sebepten dolayi da oldukca eglendirici ve bilgilendirici. Biyolojiyle ugrasan biri olarak beni bu konuda en cok ilgilendiren haberler de acikcasi evrim haberleri.<br />
Turkiye’de evrim konusu cok cetrefillidir. Ozellikle 80 sonrasi donemde “Akilli tasarim”in biyoloji ders kitaplarina da girmesiyle Turkiye’de evrim karsitligi ciddi bir guc kazanmis; sehirlerde bedava dagitilan “Evrim Yalani” kitaplari bir cok kisinin basucu kitaplari olmustur.<br />
<br />
Bunun sonucu ne olmustur? Bir kac yil once Amerika’daki durumun vahimligini gostermek amacli yapilan bir karsilastirmali arastirmada Turkiye’de durumun daha da vahim oldugu ortaya cikmistir![1] Bu konuda Turkiye’deki guclulerin pozisyonu da cok net oldugundan, Turkiye evrim karsitlari icin kurtarilmis bolge olarak gorulebilir. Bu ortamdan dolayi bir cok ulke basinina karsit olarak Turk basininda evrim haberlerine rastlamak oldukca zordur; hatta yakin zamanda bir ulusal televizyon kanali bu da Darwin’e kapak olsun diye inanilmaz seviyeli bir habere imza atmayi dahi basarmistir. Tum Dunya’da yanki bulan Bilim ve Teknik dergisinin kapagindan Darwin’in cikarilmasi da bu konudaki resmi durusu sergilemistir.<br />
<br />
Gecen sene Biyoloji, Biyoloji ve Fen bilimleri ogretmenligi bolumlerinde yapilan ve yayinlanan bir baska arastirma da gosteriyor ki[2], Turkiye’de evrim kabul edilmeyen bir gorustur, youtube’da bazi videolarda gorulebilecegi gibi dava kazanilmis; Turk insani evrim’in pencesinden kurtarilmistir! Bu makalenin bulgulari iki acidan ilginc, birincisi Turkiye’de bir ogrenciye 4 yil biyoloji egitimi veriyorsunuz ve bu ogrenci hala evrim yoktur diyebiliyor. Yanlis anlasilmasin, diyebilir hakkidir bizim bolumde (ODTU Biyoloji) de diyenler vardi, ama bu ogrencinin durumu disaridaki karsitliga benzemiyor. Bu ogrenciler hayatlarini oyle ya da boyle adadiklari bir dalin bir kismini kategorik olarak reddediyorlar. Hal boyleyken, bence bu ise en tabandan tekrar girismenin gerekliligi asikar. Sevindirici olan yan ise, arastirmanin her alaninda 1. Sinif ogrencilerinden 4. Sinif ogrencilerine evrimin kabulunde bir artis gorulmesi; bu da gosteriliyor ki saglikli veri insanlara ulasinca insanlar goruslerini degistirebiliyorlar.<br />
<br />
Akilli tasarim gibi iddialarla bilimsellik arasindaki celiski su; bilim olaylari gozlemleyerek belli sonuclara ulasir oysaki bu tarz iddialar daha cok bir sonucla ise baslayip dogada bu iddiayi dogrulayacak verilerin pesine dusuyorlar. Bu da bulunan ilk tasi somut delil, ikinciyi de karsi cikilamaz kanit olarak goren bir bakis acisi yaratiyor. Bu yaklasim olarak sakat, cunku ozunde bilginin artmasi yonunde kendiliginden bir engelle baslayan bir surece yol aciyor. Cunku eger soyleminiz belliyse, daha az gozlemle daha az karsit bulursunuz degil mi? Biyoloji derslerinde akilli tasarimin okutulmasi yonundeki bilim dunyasindaki karsi durusun sebebi de budur; eger altyapisi olusturulmamis bir iddia sadece kulaga hos geldigi icin kitaplara girerse, diger her turlu iddiayi kitaplardan ne uzak tutacak?<br />
<br />
Ben bir bilim insani olarak Turkiye’de egitimin sulandirilmamasi ve ogrencilerin net , her turlu yan icerikten arindilmis (dini, siyasi ne olursa olsun) bilgiye ulasmasini saglamak acisindan kendimi sorumlu hissediyorum. Turkiye’de evrimin anlasilmasi yonunde takdire sayan cabalar icinde olan bir cok akademisyen ve gonullu mevcut. Benim gibi evrim konusunda uzman olmayan kisilerin de bu alanda verebilecegi baska bir katki var; evrimin ne olmadigini anlatmak. Insanlarin gozlerinin onundeki yanlis filtreleri kaldirabilirsek, ben elde edilen verileri okuduklarinda gerisinin kendiliginden gelecegine yurekten inaniyorum. Bu sebeple, gazete sayfalarinda evrim karsiti yorumlarin altinda yatan bazi fikirleri genellemeye ve cevaplamaya calistim:<br />
<br />
<b>1) Akrabalik yanilgisi </b>(Tezahuru: Evrim insan maymundan gelmistir diyor; salak misiniz insan nasil maymundan gelir?)<br />
<br />
Evrim her canli turunun takip edilebilir bir dogal gecmisi vardir diyor, bu akrabalik kurma isi insanlarin maymundan gelme kavramina karsi duydugu icrek hosnutsuzlugu kullanmak icin ortaya atilan bir kavram. Burada uzerinde durulmasi gereken evrimin canlilar arasindaki baglar uzerine bir teori oldugu; emmiogluluk uzerine degil.<br />
<br />
<b>2) Yap evrimi getir yanilgisi</b> (Tezahuru:Madem canlilar birbirleriyle ilintili hadi o zaman kopekten inek yapta gorelim)<br />
<br />
Buradaki sorun 1. Yanilginin bir yan etkisi ve yaninda evrimin isleyisinin cok uzun zaman araliklarinda oldugunun gozardi edilisi var. Eger her bir turun olusma surecinin uzunlugu dusundurulebilinirse bence bu gorus de hizla ortadan kalkar.<br />
<br />
<b>3) Evrim Ahlaksizlik kaynagi yanilgisi</b> (Evrim dogruysa ne ahlak kalir ne duzen, herkes birbirine durur rezilimiz cikar vallah)<br />
<br />
Bu belki de en onemli baslik, insanlarin evrim teorisine ilk mesafesini bu belirliyor. Bunu sahsen anlayamiyorum, cunku ben evreni cevremdeki herseyi benimle baglayan onlarla ortak yanlarimi vurgulayan bir bakis acisiyla algiladigimda kendimi etrafimda olan herseye karsi daha sorumlu hissediyorum. Etrafimdaki canlilara kullanabilecegim malzeme olarak degil de, benim sorumlulugumda olan Dunya’nin zenginligi olarak yaklastigimda yasamdaki amacim ve yerim daha net belirleniyor. Bunun herhangi bir inanc pratigiyle celistigi noktayi da gormuyorum. Bu baslik bir yanlis anlamadan cok, bir nevi hakaret oldugu icin aslinda sanildigi gibi “ahlaksiz” olunmadigini gostermek tek yontem sanirim.<br />
<br />
<b>4) Tesaduf Yanilgisi </b>(Tezahuru:Boylesine mukemmel bir sistem sansla nasil olusur? Tesadufle teori mi olur?)<br />
<br />
Burada tesaduf genellikle hic yoktan bir anda bir hucrenin olusuvermesi fikrinin yarattigi hissiyata oynamak icin kullaniliyor. Halbuki boyle bir durum yok, nasil ki radyoaktif yari yasamlar milyon yillarla ifade edilebiliyor, nasil ki bazi reaksiyonlar yuksek enerjiler ya da uzun zamanlar gerektiriyor, evrim esnasinda olan da dusuk olasikli bazi olaylarin uzun zamanlar icinde gerceklesmesi. Buna tepeden bakip “Mucize” deniliyor belli cevreler tarafindan ama soyle dusunmek de olasi: bir odaya giriyorsunuz iceride 2 kisi var ve biri yazi-tura oynuyorlar, adam parayi atiyor ve yazi geliyor. Gayet normal bir durum, ama sonra ikinci adam diyor ki “Nasil olur da 100 defa ustuste yazi atabilirsin?” ki dusuk olasilikli da olsa olabilecek bir durum; simdi gercek hangisi? Bir mucizeye mi tanik oldunuz yoksa cok siradan bir olaya mi? Evrimin asamalarindaki olaylari da bu acidan parca parca dusununce ortada inanilmayacak gariplikte bir adim kalmiyor.<br />
<b><br />
5) Komplo Teorisi Yanilgisi</b> (Tezahuru: Darwinizm bizi dinimizden sogutmak icin ortaya atilmis bir propaganda aracidir, bu oyuna gelmeyelim.)<br />
<br />
Evrim teorisine Turkiye’de israrla Darwinizm denmesinin sebebi onunla Marksizm, Komunizm, fasizm vs. gibi halka gecmiste kotu gosterilmis dusunce akimlariyla baglantisi daha rahat saglayabilmek aslinda. Bunun Turkiye’de inanilabilir olmasi acikcasi daha da genis olan, kisaca “Turk’un turk’ten baska dostu yoktur sendromu” olarak tarif edilebilecek bir sey. Turkiye’de bir komplolar sarmali icinde buyutuluyoruz, bu da bizim gerceklikle garip bir iliski kurmamizi sagliyor. ABD, Rusya, Cin, Avrupa, Japonya bunlar Dunya konusunda degisik hirslari ve dusunceleri olan, birbiriyle cekisen gucler; ama is evrime gelince bu ulkelerin icinde yasayan binlerce biliminsani bir klik olusturup Dunya’yi kandirmaya calisiyor oyle mi? Ve bu kandirma duzeni asil gucune Dunya iki kutuplu iken, iki kutbun ortaklasa calismasiyla cikti oyle mi?<br />
<b><br />
6) Ejderha Yanilgisi</b> (Tezahuru: Nerede bu ara formlar? Bana yari ordek yari kalkan, yari kanguru yari tazmanya canavari formlari gosterin o zaman.)<br />
<br />
Bu ara form itirazi bana hep sunu hatirlatiyor. Bir cinayet isleniyor ve detektifler cinayette kullanilan silahi buluyorlar, silahin kalibresi vucuttaki mermi deligine uyuyor; olaydan once ve sonra maktulu olay yerinde goren taniklar var. Sonra birisi soruyor: “Peki katilin kurbani vurdugu anin fotografi var mi?” Yok denilince de “O zaman bu adam eceliyle olmustur” deniliyor. Bir de araformlari canavarimsi mahlukatlar olarak resmetme ve bu sayede onlari inanilmaz kilma cabasi var. Halbuki araformlari su videoda goreceginiz yuruyen baliklar cercevesinde dusunmek lazim:<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="390" src="http://www.youtube.com/embed/bYW_onR6oms" title="YouTube video player" width="480"></iframe><br />
<br />
Bu baliklari Dunya’da bir cok hayvanat bahcesinde gorebilirsiniz; goruldugu uzere gayet ilginc bir yontemle, degismis yuzgeclerinin olusturdugu bacagimsi uzuvlarin uzerinde yuruyorlar. Ama benzeri uzuvlara sahip kara canlilari gibi bir simetriye sahip olmadikarindan, daha cok vucutlarinin arka kismini cekmek durumundalar. Ne muthis tasarim, oyle degil mi? Araform olma boyle bir durum ve kimyasal reaksiyonlardaki cok aktif olduklarindan belirlenmesi zor olan ara asama molekulleri gibi bulunmalari zor. Ama bazi benzeri asamalar bu tip canlilarin nislerinde sabitlenmis durumda ve gozlemlenebiliyor.<br />
<br />
Turkiye’de bilimin yaygin kanilarla catismasi konusunda koklu bir gecmis yok, bu sebeple su makalede de belirtildigi gibi [3] uclar arasinda savruluyoruz. Turkiye’de izledigim bir cok evrim tartismasini hatirliyorum, verilerle kanaatlerin uyumsuz catismasi halinde saatlerce suren programlar (2010’daki HaberTurk’teki program guzel ibretlik bir ornek). Bence bu mecralarda biz biliminsanlarinin temel yaptigi hata evrimi savunmaya (ve de aliskanliklarimizdan dolayi bilimsel olarak) calismak. Halbuki icine dusulen genelde mantikli degil hamasi bir kavga oluyor; orada da kimin sesi daha guclu cikiyorsa o hakliymis gibi gozukuyor. Bence asil yapilmasi gereken karsi tarafin neden hicbir zaman bakteri kamcisi, ya da ayni kalan karincalarin otesine gidemedigini ifsa etmek. Kavramlarinin icinin boslugunu gostermek. Indirgenemez karmasiklik mesela ne demektir? Karmasiklik bir algi meselesidir; bana karmasik gelen sana gelmez, bunda bir son indirgenemezlik durumu yoktur; olsaydi maddenin yapitaslarinda da olurdu. Bu yaziyi yazmadan evvel, bir akilli tasarim filmi izledim ve gordum ki tum akilli tasarim evrim teorisini cekerseniz coker; cunku tum argumanlari karsitlik uzerine, kendi soyledigi “Bir tasarimci var” disinda hicbir sey yok; biyolojiye hic bir katkisi yok. Bence bilim kelimesini kendi cikarlari icin yozlastirmaya calisanlara (bilimsel gozukebilmek icin derneklerine bilimi cagristiran isimler koyanlar, “Bak cok bilimsel konusuyorum ben” gibi cumleleri bilimle alakasi olmayan fikirlerini suslemek icin kullananlar) en buyuk ders; bilim denen milyonlarca insanin yuzlerce yillik emegi olan payandayi propagandalarinin altindan cekmek ve topluma onun altinda nasil ezildiklerini gosterebilmektir. Ondan sonra dogru veriye ulasabilen herkes, zaten dogru sonuclara ulasacaktir. Mesela <a href="http://evrimianlamak.org/">Evrimi Anlamak</a> sitesi gibi.<br />
<br />
<b>Kaynakca:</b><br />
<br />
1) Jon D. Miller, Eugenie C. Scott, Shinji Okamoto. 2006 “Public Acceptance of Evolution”, Science 313: 765.<br />
2) Deniz Peker, Gulsum G. Comert, Aykut Kence. 2010 “Three Decades of Anti-evolution Campaign and its Results: Turkish Undergraduates’ Acceptance and Understanding of the Biological Evolution Theory” Sci & Educ 19:739<br />
3) Salman Hameed. 2008 “Bracing for Islamic Creationism” Science 322: 1637.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-52253017662301946122010-11-06T10:44:00.000-07:002010-11-06T12:42:07.074-07:00Çardakkuşlarından rönesans numaraları<span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" ><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://graemechapman.com.au/index.php"><img style="float: right; margin: 0pt 0pt 10px 10px; cursor: pointer; width: 224px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhP_Us0CNo0vK-aEpFngl7dLaUb5-tsNFKBdPy0u1VhkLTnPoTC2h-l6aWFunlgWrGHhdrFObkXLlGtQdrWDGBmT7SV5uigmDli5MwApt1etb1SzibFrv-h3QlTURpaZUMLYEzoNQ7Eht0/s320/683204.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5536509186577231698" border="0" /></a><br />Çardakkuşları, kargalar ve kuzgunlarla beraber Corvidae infra-takımında yer alan Avustralya ve Yeni Gine'de bulunan bir kuş familyasıdır. Bir kuşun kargalar ve kuzgunlarla yakın akraba olması bu kuştan özel bir şeyler beklemeniz için yeterli zaten. Netekim bu çardakkuşları da beklentinizi boşuna çıkarmıyorlar.<br /><br />Çardakkuşları isinlerini erkeklerin kurduğu çardaklardan alıyor. Bugünkü konuğumuz olan Büyük Çardakkuşu (Chlamydera nuchalis) çubuklardan iki tane duvar yapmak suretiyle bir koridor gibi bir çardak kuruyor, resimdeki gibi (bu çardakkuşlarının kurduğu iki çardak tipinden biri, diğeri ise merkezi bir çubuğun etrafında bir kulube gibi kurulan çardaklar). Koridorun iki ucunda da beyaz-gri taşlar ve objeleri koyduğu bir alan var. Bu taşlar, gösterinin esas parçaları olan renkli objeler için bir arka plan oluşturuyor.<br /><br />Bu çardaklar erkeklerin çiftleşmesinde merkezi bir yere sahip çünkü dişiler erkenlerin yaptığı çardakları değerlendirip ona göre o erkekle çiftleşmeye karar veriyorlar. Dişiler erkekleri ziyarete geldiklerinde çardağın bir ucundan bakarak erkeklerin gösterisini izliyor. Bu gösteri, erkeklerin hem öterek (çardak kuşları aynı zamanda çok iyi taklitçiler), hem de renkli objelerini gagalarında kaldırıp dişiye göstermesinden ibaret. Dişi eğer bu gösteriyi beğenirse erkekle çiftleşiyor, yok beğenmezse uçup gidiyor.<br /><br />Dişi çiftleştikten sonra yuvayı kendisi yapıyor, yavrulara kendi bakıyor, kısacası erkeğin yavruların bakımına hiç bir katkısı yok. Erkeklerin işi gücü ise çardakları üzerine çalışmak, öyle ki sanki bir sanatçı gibi devamlı taşların yerlerini azıcık değiştiriyor sonra çardaklarının öbür ucuna giderek acaba oldu mu dermişcesine bakıyorlar. Çardaklarını "güzelleştirmek" için komşularından objeler çalmaları çok sık rastlanan bir olay.<br /><br />Buraya kadar çardakkuşlarının en ilginç kuşlardan biri olduğuna ikna olmadıysanız, buyrun buradan yakın. Geçtiğimiz aylarda<a href="http://www.cell.com/current-biology/abstract/S0960-9822%2810%2901036-5"> <span style="font-style: italic;">Current Biology</span> dergisinde basılan bir makale</a> büyük çardakkuşlarının çardaklarının iki tarafındaki beyaz-gri objeleri kullanarak, görsel sanatlarda zorlama perspektif olarak bilinen optik bir yanılsamayı yarattıklarını gösterdi. Buna göre erkekler büyük taşları çardaktan uzağa, küçük taşları ise çardağın yakınına diziyorlar. Çardağın bir ucundan bakan bir dişi için bu çardağın arkasındaki gri alanın olduğundan daha küçük görünmesi demek. Araştırmacılar bu zorunlu perspektifin rastgele bir şey değil, erkekler tarafından özellikle dikkat edilen bir nevi mimari bir tercih olduğunu göstermek için 15 çardakta küçük ve büyük taşların yerlerini değiştirip bu zorunlu perspektif etkisini tersine çevirmişler. Üç gün sonra aynı çardaklara geri geldiklerinde çardak sahibi erkeklerin taşları eskisi gibi boyutlarına göre tekrar dizdiklerini bulmuşlar. Bu da erkeklerin çardakları üzerinde çalışırken taşları özellikle bu boyutlarda dizdikleri anlamına geliyor. <br /><br />Çardakkuşlarının kullandığı zorlama perspektif bizim türümüzün mimarisi ve sanatında da yaygın olarak kullanılan bir etki. Örneğin ünlü <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Potemkin_Stairs">Potemkin (Odessa) merdivenleri</a> aşağı tarafında daha geniş yukarısında da daha dar olduğundan alttan bakıldığında olduğundan daha uzun, yukarıdan bakıldığında da olduğundan daha kısa görünüyor. Keza, zorlama perspektif Bizans sanatında yaygın olarak kullanılan ve ön plandaki objeye dikkati çekmeye yaradığı düşünülen bir teknik. İlginç bir not olarak, insanların perspektifi tam olarak anlaması ancak Rönesans zamanında mümkün olmuş.<br /><br />Çardakkuşlarının zorlama perspektifi neden kullandıklarını henüz bilinmiyor. Bizanslı sanatçılar gibi belki onlarda dişileri kendilerini izlerken ön plandaki objeye (yani kendilerine ve gagalarında tuttukları objeye) dikkati yoğunlaştırmay çalışıyor olabilirler, ama henüz bu olasılığı test eden deneyler yapılmadı. İlginç bir nokta da, bir çok davranışta olduğu gibi erkeklerin ne kadar zorunlu perspektif etkisi yarattığında da erkekler arasında farklar var: Nasıl her insan aynı seviyede resim çizemiyorsa, erkek çardakkuşlarının bazıları da bu görsel etkiyi yaratmakta diğer erkeklerden daha başarılı. Araştırmayı yapan John Endler ve arkadaşlarına göre bu farklar dişilerin erkekleri değerlendirmesinde rol oynuyor olabilir. Bu da ilerideki araştırmaların konusu olacak bir sorun. Şimdilik tek bildiğimiz bir sebepten dolayı erkek çardakkuşları perspektife önem veriyor.<br /><br />Daha fazla okumak isteyenler için<br />Çardakkuşları için genel bilgi (İngilizce): <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Bowerbird">http://en.wikipedia.org/wiki/Bowerbird</a><br />ScienceDaily sitesinde makale hakkında çıkan yazı: <a href="http://www.sciencedaily.com/releases/2010/09/100909122801.htm">http://www.sciencedaily.com/releases/2010/09/100909122801.htm</a><br /><a href="http://www.cell.com/current-biology/abstract/S0960-9822%2810%2901036-5">Makalenin kendisi</a><br />resim:<a href="http://graemechapman.com.au/cgi-bin/viewphotos.php?c=25"> (c) Graeme Chapman</a><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /></span>caglarhttp://www.blogger.com/profile/01084018440274121042noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-86961416313041476302010-11-03T09:35:00.000-07:002010-11-03T11:20:14.245-07:00Volkanik küller, plankton patlamaları ve som balıkları: Bir "Yer Sistemi" öyküsü<span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" >Sizce Alaska'nın bir ucunda, Aleut Adalari'ndaki bir volkan patlaması, 2000 km ötede Kanada'nın batısındaki nehirlerdeki som balığı (salmon)* populasyonlarını etkiler mi? Etkilemeyi bırakın, ya bu nehirlerdeki 20 yıldır azalan stokları daha önce görülmemiş bolluk seviyelerine taşıdığını söylersek inanır mısınız? Geçtiğimiz ay (Ekim 2010) yayınlanan bir çalışma ve bunu takip eden bir teori, bu harika ekosistem ilişkisinin gayet olası olduğunu gösteriyor.<br /><br />Hikayemiz British Columbia - Kanada'daki Victoria Üniversitesi'nden okyanusbilimci Roberta Hamme'nin başını çektiği bir çalışmayla başlıyor. Geophysical Research Letters'ın Ekim 2010 sayısında çıkan bu makale, Ağustos 2008'de Aleut Adaları'ndaki Kasatochi Volkanı'nın patlamasıyla havaya yayılan küllerin, aynı ayın sonlarında Kuzeydoğu Pasifik'de bir fitoplankton patlamasına neden olduğunu ortaya koydu (haritaya bakabilirsiniz). Üstelik bu patlama, sürekli gözlemlerin yapılmaya başlandığı son 12 yıl içindeki en büyük fitoplankton patlaması! Peki, bu nasıl mümkün olmuş, volkan külüyle fitoplanktonun ne ilgisi var?<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_U4rZpjERj6U/TNGQiJpZwbI/AAAAAAAABhI/k2UZv6gCJo8/s1600/NEPacific.jpg"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 400px; height: 287px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_U4rZpjERj6U/TNGQiJpZwbI/AAAAAAAABhI/k2UZv6gCJo8/s400/NEPacific.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5535364333394575794" border="0" /></a></span><span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" ><br /></span><span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" >Fitoplankton, daha özelinde okyanusta fotosentez yapan tek hücreli canlılar, organik bileşenleri üretmek, çoğalmak için çeşitli besin elemanlarına ihtiyaç duyarlar: nitrat ve fosfat, kimisi icin silikat (ışık ve inorganik karbonun okyanus yüzeyinde zaten yeterli miktarda bulunduğunu düşünelim). Bir de fitoplanktonun az da olsa metallere gereksinimi vardır, özellikle de demire. Fakat, okyanusun ücra yerlerine demir pek ulaşamaz, zira demir ya kıtalardan denizlere taşınır, veyahut deniz tabanındaki hidrotermal kaynaklardan okyanusa pompalanır, ama bu ikinci kaynağın da okyanus yüzeyine ulaşabildiğinden henüz emin değiliz. Dolayısıyla bu ücra denizlere demirin ulaşmasının en önemli yolu, çöl tozlarının atmosfer vasıtasıyla bu yörelere ulaşmasıdır, ancak bu da çok episodiktir. İşte Kuzeydoğu Pasifik Okyanusu da böyle demir azlığı çeken ve dolayısıyla fitoplankton üretiminin demirle sınırlanmış olduğu bir bölge. Aleut Adaları'ndan yayılan volkanik küller de demir içeriyor ve Hamme ve arkadaşlarının yazdığına göre 1.5-2 milyon km2 kadar bir alanda bu küller denize karışıyor. Ardından da demir limitasyonu ortadan kalkmış ve görülmemiş ölçekte bir fitoplankton patlaması yaşanmış.<br /><br />Peki, ya som balıkları?<br /><br />British Columbia nehirlerindeki som balığı stokları 1913 yılından beri takip ediliyor ve son yirmi yıldır da stoklarda endişe verici bir düşüş gözlemlenmiş. Ancak 31 Ağustos'da yetkililerin açıklamasına göre, 1913'den beri görülen okyanustan nehirlere en büyük som balığı göçü bu yıl gerçekleşmiş! Yaklaşık 34 milyon balığın yumurtalarını bırakmak amacıyla Fraser Nehri'ne giriş yaptığı tahmin ediliyor. Uzmanlar da yirmi yıllık trendin tersine dönmesini ve tarihin en büyük stoğunu öngörememiş olmanın verdiği saşkınlık içinde modellerinin sistemin karmaşıklığını ne derece temsil ettiğini sorgulamaya başlamışlar. Balık endüstrisi de böylesine büyük bir stoğu avlayamadığı için (zira azalan stoklar avlanmaya da önemli kısıtlamalar getirmiş) sert bir tepki göstermiş. Yani kaçan balık büyük olmuş!<br /><br />Henüz bu yıl gerçekleşen stok patlamasının nedeni tam olarak bilinmiyor, ama Kanada'nın önde gelen balıkçılık uzmanlarından Tim Parsons, buna neden olarak yukarıda bahsettiğimiz "patlamaları" - yani önce volkanik ve ardından gelen fitoplanktonik olanı- öne sürüyor. Som balığı, fitoplankton üzerinden beslenmiyor, ancak fitoplanktonu yiyen zooplankton bu balığın yiyeceği. 2010 yılında nehirlere dönen som balıklarının da 2008 sonbaharında okyanusta fitoplankton bolluğundan faydalanan zooplanktondan beslenmiş olması olası. Elbette ki bu yılki som balıklarının bu kadar büyük sayılarda nehire dönüş yapıyor olmasının başka faktörleri var ve şimdiden araştırmacılar bu konuya eğilmiş durumda (gerçekten çok karmaşık bir konu). Ancak şurasını belirtmeden geçemeyiz: stokların hayli yüksek olduğu 1958 yılından iki yıl önce de Kamçatka yarımadasında hayli şiddetli bir volkanik patlama olmuş. Yani, en azından demir azlığı çeken Kuzey Pasifik Okyanusu icin som balığı populasyonları ve volkanizma arasında nedensel bir ilişki olasılığı var.<br /><br />Tim Parsons'un teorisinin ne derece ayakta kalacağını önümüzdeki yıllarda göreceğiz, ama bu son bulgular ve haberler ekosistemin çeşitli bölmelerinin nasıl birbiriyle içiçe olabileceğini çok çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Bu anlattıklarımız çok yeni gelişmeler gibi görülebilir, ama arkaplanında (British Columbia özelinde) bir taraftan 100 yıllık bir balıkçılık kaydı, ve buna ek olarak da 12 yıllık sistemli bir Kuzeydoğu Pasifik biyojeokimyasal gözlem etkinliği var. Bu da doğayı anlamaya yaklaşmak icin sürekli ve sistematik gözlemin ne kadar önemli olduğunu bize gösteriyor.<br /><br /><br /></span><span style=";font-family:georgia;font-size:100%;" >Daha fazla okumak isteyenler için linkler:</span><span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" ><br /></span><span style=";font-family:georgia;font-size:100%;" >NatureNews - </span><span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" ><a href="http://www.nature.com/news/2010/101029/full/news.2010.572.html">Canada sees shock salmon glut</a><br /><a href="http://www.sciencedaily.com/releases/2010/10/101006094059.htm">Science Daily plankton patlaması haberi</a><br /><a href="http://www.agu.org/pubs/crossref/2010/2010GL044629.shtml">Roberta Hamme et al. makale</a><br /></span><span style=";font-family:georgia;font-size:100%;" >Nature News - </span><span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" ><a href="http://www.nature.com/news/2010/101029/full/news.2010.572.html">Sparks fly over theory that volcano caused salmon boom</a><br /><br /></span><span style=";font-family:georgia;font-size:100%;" >* Türün tam adı "sockeye salmon", yani "</span><span style="font-style: italic;font-family:georgia;font-size:100%;" >Oncorhynchus nerka</span><span style=";font-family:georgia;font-size:100%;" >". ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü web sitesindeki </span><span style=";font-family:verdana;font-size:100%;" ><a href="http://www.ims.metu.edu.tr/MarineDict/index.asp">deniz biyolojisi sözlüğüne</a></span><span style=";font-family:georgia;font-size:100%;" > göre salmon'un Türkçe'ye çevirisi somon olarak yapmak yanlışmış - doğrusu "som balığı" olarak geçiyor.</span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-79797372531707606862010-11-01T11:39:00.000-07:002010-11-01T11:47:02.012-07:00Şarkı serçelerinin marifetleri<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/_U4rZpjERj6U/TM8K6c8JIiI/AAAAAAAABhA/kRQTz9TH9hQ/s1600/sparrow.jpg"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 400px; height: 223px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_U4rZpjERj6U/TM8K6c8JIiI/AAAAAAAABhA/kRQTz9TH9hQ/s400/sparrow.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5534654466378768930" border="0" /></a><br />Herkese yeniden merhabalar,<br /><br />Bir süredir kumpanyamiz sessizliğe büründü, farkındayız. Ancak sanmayınız ki yazarlarımız bu süre zarfında boş boş oturdu :). İşte bunun son kanıtı, yazarımız Çağlar Akçay'ın son çalışmaları BBC'de haber olarak yeraldı. Çağlar kumpanyamızda ekoloji ve hayvan davranışı yazılarıyla tanınıyor.<br /><br />Akçay'ın başını çektiği araştırmacılar, <span style="font-style: italic;">Animal Behaviour</span>'da yayınlanan çalışmalarında şarkı serçelerinin kimin kavgacı olup kimin olmadığını ayırt edebildiklerini ortaya koydu. Daha detaylı Türkçe haber için Evrimi Anlamak sitesinin güncesine <a href="http://evrimcaliskanlari.org/blog/2010/10/evrim-caliskani-caglar-akcay-serceler-kim-kavgaci-kim-degil-ayirt-edebiliyor/">buradan</a> gidebilirsiniz. BBC'deki haberi de <a href="http://news.bbc.co.uk/earth/hi/earth_news/newsid_9084000/9084464.stm">buradan</a> okuyabilirsiniz.<br /><br />Çok yakında, Müspetilimler'de yeni yazılarla karşınızda olacağız.Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-7030184974964149332010-05-18T05:43:00.000-07:002010-05-18T05:55:59.675-07:00Sağlık Bakanlığı etik kurulunda ilahiyatçı olur mu?<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg93L4LQOlcbBvur9sGnV8WnXc9iVKypGY7AS7Ya_CFiWgOuNWKqGMyuZ_BPM91S1rcDi4sLhB5ud5kolbBdTyURPATsCFdw9EPnJRYCNcrBU1OyIj01hwm6-Vf4wrcAeiqP9slovhh69k/s1600/religionmedcartoon.gif" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg93L4LQOlcbBvur9sGnV8WnXc9iVKypGY7AS7Ya_CFiWgOuNWKqGMyuZ_BPM91S1rcDi4sLhB5ud5kolbBdTyURPATsCFdw9EPnJRYCNcrBU1OyIj01hwm6-Vf4wrcAeiqP9slovhh69k/s320/religionmedcartoon.gif" width="284" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">"Benim üstümde ilaç denemiyorlar, onun yerine ruhani danışman desteği sağlıyorlar"</td></tr>
</tbody></table><br />
Memleketteki ilginç bir tartışmayı kaçırmışız yine: Sağlık Bakanlığı, Mart ayında değiştirdiği "Klinik araştırmalar yönetmeliği"nde, bu araştırmaların hepsinin izin alması gereken etik kurullarına bir adet de ilahiyat mezunu üye atanmasını şart koşmuş. Tahmin edileceği üzere, bu olay basında biraz yankı bulmuş (ama çok da değil herhalde), özellikle "laik" kesim AKP hükümetini dini bilime karıştırmakla suçlamış. Ben konunun politikasına girmeyeceğim -- politik tartışmalar olayın din, bilim ve toplum kümelerinin kesişiminde kalan esasını perdeliyor, "çöp adam" (straw man) argümanları ortalıkta uçmaya başlıyor.<br />
<br />
Konuya, başlıktaki soruya yanıt vererek başlayalım: kısaca evet, olabilir. Uzun cevabı, din adamlarının ya da daha da genel anlamıyla ilahiyatçıların tıpla ilgili etik kararlara girdi yapmasınında prensip olarak bir yanlışlık yok. Ancak bu "prensip olarak" yargısı, çok sınırlı bir yargı, bir şeyin prensipte olabileceğini söylemek, ne "olmak zorunda" anlamına gelir, ne de pratikte uygulamasını haklı çıkarır.<br />
<br />
Bahsi geçen kurullar hakkında biraz bilgi verelim. Bu kurullar, yeni ilaç ve tedavilerin etkinliğini araştıran klinik araştırmaların etik kurallara uyup uymadığını denetlemekle yükümlü. Yani örneğin yeni bir ilacın tansiyonu düşürmede etkin olup olmadığını araştırmak istiyorsunuz; araştırmayı yapmak için bu kuruldan izin almanız gerekiyor. Kurul, en az 10, en fazla da 15 üyeden oluşuyor. Bu üyelerin içinde temsil edilmesi öngörülen alan ve uzmanlıklar şöyle (bu ilaç klinik araştırmaları etik danışma kurulu için -- kaynak <a href="http://www.iegm.gov.tr/Default.aspx?sayfa=iedk_sop&lang=tr-TR">burada</a>):<br />
<blockquote><span style="font-size: 9pt;">- Biri çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı olmak üzere, tercihen İyi Klinik Uygulamaları kurallarına göre düzenlenmiş klinik araştırmalara araştırmacı olarak katılmış en az dört uzman hekim,</span> <br />
<div><span style="font-size: 9pt;">- Farmakoloji alanında doktora yapmış veya uzmanlığını almış, tıp doktoru, en az bir farmakolog,</span></div><div><span style="font-size: 9pt;">- Bir tıbbi etik uzmanı veya deontolog,</span></div><div><span style="font-size: 9pt;">- Bir halk sağlığı uzmanı,</span></div><div><span style="font-size: 9pt;">- Bir eczacı,</span></div><div><span style="font-size: 9pt;">- Hukuk fakültesi mezunu bir üye,</span></div><div><span style="font-size: 9pt;">- Sağlık mesleği mensubu olmayan, sağlıkla ilgili bir kurum veya kuruluşta çalışmayan ve klinik araştırmalarla ilgisi bulunmayan ilahiyat fakültesi mezunu bir üye,</span></div></blockquote>İlk olarak dikkatimi çeken, tıp ve ezcacılık mesleğinden kurula atanacak üyelerin hangi uzmanlık dalından olmaları gerektiği konusunda görece açık (ve kulağa mantıklı gelen) ifadeler varken, hukuk ve ilahiyat fakültesi mezunlarının hangi uzmanlık dalından olacağı hiç belirtilmemiş. (İlahiyat mezunu üyenin tıp mesleği dışından olması gerekmesi sanırım "tıbbın ilerlemesi" amacını topluma olası zararlar riskiyle dengelemek için, ancak tam da çözebilmiş değilim.) Yani tıp bilimiyle önceden hiç bir ilişkiniz olmasa bile, ilahiyat mezunu olmak sizi bu kurul için yetkin yapıyor, ancak doktorsanız, yetkin görülmeniz için bir klinik araştırmaya katılmanız tercih sebebi. Bu farazi bir kaygı da değil; bu kurullarda şu anda görev yapan dört ilahiyatçının arasında iki tefsir uzmanı, iki de islam ceza hukuku uzmanı var. Bu dört üyenin hiçbirisi, görebildiğimiz kadarıyla, tıbbi bir araştırmanın etik sonuçları, riskleri ve getirileri konusunda oturup düşünmüş, yazıp çizmiş değil. Dolayısıyla bu kurula bir şekilde dinle uğraşmaları dışında bir yetkinlik getirdikleri şüpheli. <br />
<br />
Bu demek değil ki bir ilahiyatçı ya da din adamı tıbbi etikten anlayamaz, hasta haklarını koruyamaz. Ancak ilahiyatçıların özel olarak konuya getirdikleri bir şey var mı da illaki bir ilahiyatçı olacak diye sormak da yerinde. Örneğin, yukarıdaki listede en az bir tıbbi etik uzmanı ve bir hukukçu yer alması isteniyor; bu uzmanlık alanlarının bir etik kuruluna bir şeyler katacağı bariz bir şekilde ortada. Ama ilahiyatçıların bu kurula ne katacağını açıklayan düzgün bir argüman görmedim ben. Müzmin muhafazakar "apologist"imiz Mustafa Akyol birşeyler yazmış, ama dediği kaba bir "is-ought" ayrımından, yani bilimin bize ahlaki kurallar veremeyeceği argümanından öteye gitmiyor. Bu genel ilke hakkında ne düşünürseniz düşünün (katılan da var katılmayan da) mesele bu değil burada. Mesele, klinik bir araştırmanın olası risklerini değerlendirmede, bu risklere değecek fayda getirip getirmeyeceğini belirlemede ve hasta haklarının korunmasında ilahiyat mezunu olmanın getirdiği özel bir yetkinlik, bakış açısı olup olmadığı. <br />
<br />
Mesele eskiden ilahiyatçıların bu kurulda görev yapamıyor olması da değil. Mevzuatın eski halinde bu son üyede sadece üniversite mezunu olmak şartı aranıyordu; yani bu üyeler ilahiyatçı da olabilirdi. Aslına bakarsanız, bu da çok iyi bir düzenleme değil, zira yine masaya konuyla ilgili bir uzmanlık ya da yetkinlik getirme şartı yok, ancak en azından içinden seçilecek kitleyi sebepsiz yere gelişigüzel şekilde kısıtlamıyor.<br />
<br />
Bilim, din ve toplum kesişiminde tartışmamız gereken bir çok konu var. Ancak bu tartışmaların yapıcı olabilmesi için ilk başta amacın sorun çözmek ve doğrusu neyse onu yapmak olduğu konusunda uzlaşmamız gerek. Maalesef Türkiye'de bu ilkeyi kabul etmekten çok uzağız. Bunun gibi anlamsız, gerekçesiz ve sorumsuzca mevzuat değişiklikleri, tarafların birbirlerine zaten az olan güvenini daha da azaltıyor. Bu yüzden de tartışılması gerekenler tartışılmıyor, yapılması gerekenler yapılmıyor, yapılmaması gerekenler ise yapılıyor. O yüzden, siyasi görüşümüz, dini inancımız ve felsefi kabüllerimiz ne olursa olsun, özellikle de halk sağlığıyla ilgili böyle düzenlemelerin gerekçeleri ortaya konulup tartılarak yapılmasını talep etmemiz gerek.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-42938116518146052012010-05-12T17:53:00.000-07:002010-05-12T18:10:39.458-07:00Neanderthal insanlarıyla akraba çıktıkHala satılıyor mu bilmiyorum; biz küçükken Martin Mystere isimli bir çizgi-roman vardı. Özel dedektif ile İndiana Jones arası bir karakterin maceralarını anlatırdı. Bu Martin amcanın bir yardımcısı vardı, Java isimli bir Neanderthal insanı. Bu vatandaş dilsiz ama güçlü kuvvetli idi, ve duyuları insanüstü hassastı. Kısacası, insan gibi görünüyor, yürüyor, giyiniyordu, ancak daha "ilkel" atfedilebilecek bazı özelliklere sahipti. Sanırım bu, o zamanlar Neanderthal insanlarından haberi olan bir çok kişinin aklındaki imajı yansıtıyordu.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjghDowiY95kBsHud8yCHpDPTwksFIRQRitIyYqOmMtHONcqxuG0jezpCEA-maI8MIdd8KRxziTvFInO1UKgN0yxmBYcBK_CvLp_0lGidsSBzVbAdvPX8cQaEgRA32HryYxFao6ISxUVaA/s1600/MartinMystere-java1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjghDowiY95kBsHud8yCHpDPTwksFIRQRitIyYqOmMtHONcqxuG0jezpCEA-maI8MIdd8KRxziTvFInO1UKgN0yxmBYcBK_CvLp_0lGidsSBzVbAdvPX8cQaEgRA32HryYxFao6ISxUVaA/s1600/MartinMystere-java1.jpg" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">"Neanderthal adamı, havayı vahşi bir hayvan gibi kokluyordu..." Belki bizde de aynı genlerden vardır.</td></tr>
</tbody></table><br />
Tabi Martin Mystere'nin ilk sayısı çıktığından beri, Neanderthaller hakkında çok şey öğrendik, öğrenmeye de devam ediyoruz. Neanderthal insanları, günümüzden 30bin yıl öncesine kadar Avrupa'da yaşamış (bu evrimsel anlamda çok kısa bir zaman) ve modern insanlara en yakın olan tür; yani gerçek anlamıyla kuzenlerimiz. Geçtiğimiz hafta <i>Science</i>'da çıkan iki makale, bu kuzenler hakkında bazı çarpıcı bulguları ortaya çıkardı. Makalelerin <a href="http://www.sciencemag.org/cgi/content/full/328/5979/710">ilkinde</a>, Richard Green ve çalışma arkadaşları, ilk defa elde edilen Neanderthal <a href="http://evrimianlamak.org/e/S%C3%B6zl%C3%BCk%C3%A7e:Genom">genom</a> dizilimini bildiriyor (makalelere erişim açık; bakmanızı tavsiye ederim). Dahası, Neanderthal dizilimini dünyanın değişik bölgelerinden günümüz insanının genomuyla karşılaştırarak modern insanların atalarının Neanderthallerle muhtemelen üremiş olduklarını gösteriyor; yani bir anlamda kuzenden daha da yakın olabiliriz. Bu yargıya ulaşmalarının sebebi, Neanderthallerin genetik olarak Avrupalı ve Asyalılara, Afrikalılara olduklarından daha yakın olmaları, yani Avrupa ve Asya popülasyonları Afrika popülasyonundan ayrıldıktan sonra Neanderthallerle aralarında bir gen akışı olmuş.<br />
<br />
Aslında bu bir açıdan çok şaşırtıcı değil; Avrupa kıtasında ve Ortadoğu'da Neanderthallerle modern insanların 50bin yıl kadar bir arada yaşadıklarını arkeolojik bulgulardan biliniyordu. Ancak şimdiye kadar düşünülen, iki türün birbirleriyle üremedikleri idi; bu son bulgular ise aksini gösteriyor; modern insanların en azından bir kısmı, Neanderthallerle daha önce zannettiğimzden daha yakın akraba. Green ve arkadaşlarının tahminine göre Avrasya insanları, yüzde 1 ila 4 oranında Neanderthal soyuna sahip.<br />
<br />
Yine aynı araştırma grubunun liderliğindeki ikinci <a href="http://www.sciencemag.org/cgi/content/full/328/5979/723">makalede</a> ise, Burbano ve çalışma arkadaşları, bu sefer modern insanlar Neanderthallerden ayrıldıktan sonra genom dizilimlerinde ne kadar değişim olduğunu soruyor. 50 günümüz insan genomuyla Neanderthal dizilimini 14bin değişik noktada karşılaştırarak, Neanderthallerle modern insanın soylarının ayrılmasından itibaren (yaklaşık 500 milyon yıl önce), insan popülasyonlarında neredeyse 90 tane amino asit değişiminin sabitlendiğini (yani aynı değişimin bütün insanlarda göründüğünü) gösteriyorlar. Bu değişimlerin kodlanan proteinler üzerindeki etkisini henüz bilemiyoruz, ancak bu farklılıkların kendi evrimimizi anlamakta önemli katkıları olacağı kesin; zira en yakın akrabalarımızdan bizi ayıranların önemli bir parçası bunlar.<br />
<br />
Konuyla ilgili <a href="http://insandogasi.blogspot.com/2010/05/neandertaller-ve-biz.html">İnsan Doğası ve Evrim</a>'deki yazıyı da okumanızı tavsiye ederim.<br />
<br />
<i>Science</i> dergisinin konuyla ilgili özel hazırladığı <a href="http://www.sciencemag.org/special/neandertal/">sayfalara</a> da bir göz atabilirsiniz.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-53832475544418983932010-04-28T08:25:00.000-07:002010-05-12T21:38:28.978-07:00Şempanzeler ve ölümNedense, ta Darwin'in zamanından beri "maymundan gelmek" evrim teorisiyle alay etmek için kullanılan bir terim olagelmiş. Bir keresinde Evrimianlamak.org hakkında benimle röportaj yapan bir radyo sunucusu, hani evrime karşı olduğundan değil de, maymunlar çok çirkin olduğu için maymunlardan gelme fikrine karşı olduğunu belirtmişti!<br />
<br />
Ben şahsen maymundan gelmenin neden kötü olması gerektiğini hiç bir zaman anlamadım. Sadece maymunlar değil, kedi, köpek, çalıkuşu ya da toprak solucanı ile uzaktan kuzen olmamız fikri bende huşu ve merak arasında bir duygu uyandırıyor. Özellikle de konu davranış olunca hayvanlar dünyasının geri kalanıyla akrabalığımız çarpıcı şekilde ortaya çıkabiliyor. Bugün bahsedeceğim makaleler de buna örnek teşkil ediyor.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj2pXvmi9euOayZo4Y5hTdXQPGUeuw5jmmVlyGRU88mNRnXG2qakyfaCnl7cpOfmH1dlFhO88jOSJ7pCPFyzJlDKWEgCOsvjS8FPbNHDIkcMhX0m6pJ3Tb9opqKtFT4AZrdQPWBw8ylgeM/s1600/Lightmatter_chimp.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj2pXvmi9euOayZo4Y5hTdXQPGUeuw5jmmVlyGRU88mNRnXG2qakyfaCnl7cpOfmH1dlFhO88jOSJ7pCPFyzJlDKWEgCOsvjS8FPbNHDIkcMhX0m6pJ3Tb9opqKtFT4AZrdQPWBw8ylgeM/s320/Lightmatter_chimp.jpg" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Fotoğraf: Aaron Logan</td></tr>
</tbody></table>Bilimsel makale genelde insanı hislendiren bir edebiyat dalı değildir, ancak Current Biology'nin en son sayısında ardarda çıkan iki kısa makale oldukça dokunaklı. Makaleler, iki farklı şempanze (<i>Pan troglodytes</i>) popülasyonundan, yaşayan en yakın akrabalarımız olan bu büyük insansı maymunların kendi türlerinden bir bireyin ölümü karşısında davranışlarını ele alıyor. Makalelerden <a href="http://www.cell.com/current-biology/fulltext/S0960-9822%2810%2900145-4">birincisinde</a>, James Anderson, Alasdair Gillies ve Louise Lock, İskoçya'da Blair Drummond safari parkında yaşayan yaşlı bir şempanzenin ölümünü ve birlikte yaşadığı diğer üç şempanzenin buna tepkilerini betimliyorlar. Ölen şempanze, yaşı 50'nin üzerinde olduğu tahmin edilen Pansy. Diğer grup üyeleri ise yine 50 yaş civarında olan Blossom, ve Pansy'nin kızı Rosie ile Blossom'un oğlu Chippie. Pansy ve Blossom, parka 1970'lerde bir sirk tarafından bağışlanmışlar.<br />
<br />
2008 yılının Kasım ayında Pansy, giderek daha halsiz ve daha az aktif davranmaya başlıyor ve bakıcıları Pansy'i yazlık adadan alıp kışı geçirmesi için ısıtılmış mekana taşımakta güçlük çekiyorlar. Bunu sonradan başarsalar da, Aralık ayının başında Pansy'nin durumu kötüye gidiyor, yemeden içmeden kesilip gecelediği alanı neredeyse hiç terketmiyor. Grubun geri kalanı bu süreçte normalde olduğundan çok daha sessiz ve durgun davranıp, normalde yattıkları alan yerine Pansy'e yakın geceliyorlar.<br />
<br />
En sonunda, 7 Aralık günü Pansy yemeyi tümden bırakıyor; bakıcıları acil bir müdahale gerekmesi ihtimaline karşı diğer şempanzeleri başka bir alana alıyorlar. O gün öğleden sonra, kendini güçlükle ayağa kaldırıp, Rosie'nin önceki gece gecelediği yuvaya gidiyor ve oraya yatıyor. Bundan bir saat sonra Pansy'nin ölmek üzere olduğunu anlayan bakıcıları diğer grup üyelerinin Pansy'nin yanına gelmesine izin veriyor ve olanları video kamerayla kaydediyorlar.<br />
<br />
<object height="385" width="480"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/d89SlFc3qjI&hl=en_US&fs=1&"></param><param name="allowFullScreen" value="true"></param><param name="allowscriptaccess" value="always"></param><embed src="http://www.youtube.com/v/d89SlFc3qjI&hl=en_US&fs=1&" type="application/x-shockwave-flash" allowscriptaccess="always" allowfullscreen="true" width="480" height="385"></embed></object><br />
<br />
Kaydedilen görüntülerde grup üyeleri Pansy'nin son anlarında diğer grup üyelerinin onun yanında vakit geçirip onu tımar ettikleri görünüyor. Pansy son nefesini verdikten sonra da Rosie yanından ayrılmıyor, elini tutuyor ve geceyi yanında geçiriyor. Sabah yanlarına gelen Blossom ve Chippie, Pansy'nin üstüne dökülmüş saman parçalarını temizliyor; Chippie, sanki Pansy'i uyandırmak istercesine saldırma hareketi yaparak Pansy'nin göğsünü yumrukluyor. Pansy'nin ölümünü takip eden haftalarda hayatta kalanlar daha durgun davranıp, normalden az yiyorlar. Pansy'nin öldüğü platform daha önce her gece kullanılmasına rağmen 5 gece boyunca kimse orada yatmıyor.<br />
<br />
Bu davranışlar tıpkı bir yakınını hastalık sonucu kaybeden insanların davranışlarına benziyor. Şempanzeler çok uzun süre yaşayan, güçlü sosyal bağları olan ve empati gösterebilen hayvanlar. Bu yüzden tıpkı insanlar gibi, ölmekte olan bireyi rahat ettirmeye çalışmaları ve sonrasında kederlenip yas tutmaları bir anlamda normal. Dahası, tıpkı insanlar gibi, şempanzeler de her ölüm olayına aynı şekilde tepki vermiyorlar. Örneğin daha önce gözlemlenen kaza ya da saldırı sonucu ölümlerde şempanze grupları çok daha ajite bir şekilde tepki veriyor.<br />
<br />
Şempanzeler ve ölümle ilgili <a href="http://www.cell.com/current-biology/fulltext/S0960-9822%2810%2900218-6">ikinci makale</a> biraz daha tüyler ürpertici, ama belki de daha dokunaklı. Dora Biro ve çalışma arkadaşları, Gine'de, Bossou ormanlarında yaşayan bir şempanze grubundaki iki annenin, ölen yavrularının cesetlerini biri 19, diğeri 68 gün boyunca taşımalarını ve sanki canlıymış gibi bakmalarını betimliyor. Bu süreçte cesetler mumyalaşıyor (muhtemelen kısmen de olsa annelerin sinekleri kovalaması sayesinde) ve özellikle 68 gün taşınan cesedin iskeleti kısmen hasar görüyor. Daha da ilginci gruptaki diğer bireyler de mumyalaşmış cesetlerle oynayıp, kollarını ve bacaklarını hareket ettiriyorlar (bu davranış aşağıdaki videoda görülebilir -- UYARI: görüntüler rahatsız edici olabilir).<br />
<br />
<object height="385" width="480"><param name="movie" value="http://www.youtube.com/v/Rl-JWtXJBX4&hl=en_US&fs=1&"></param><param name="allowFullScreen" value="true"></param><param name="allowscriptaccess" value="always"></param><embed src="http://www.youtube.com/v/Rl-JWtXJBX4&hl=en_US&fs=1&" type="application/x-shockwave-flash" allowscriptaccess="always" allowfullscreen="true" width="480" height="385"></embed></object><br />
<br />
Cesetleri taşıyan annelerin yavrularının ölü olduğunu gerçekten anlayıp anlamadıklarını şu aşamada bilmek mümkün değil. Ancak yavruların meme emmediklerini ve hareket etmediklerini farkettikleri kesin, cesetleri taşırken normalde kullanmadıkları teknikler kullanmaları buna işaret. Ancak ne olursa olsun, bu gözlemler şempanzelerde anne ile yavru arasındaki bağın, ölümden bile güçlü olabileceğini gösteriyor.<br />
<br />
Hayvan davranışına dair yaygın olan bir görüş, hayvanların (hatta bazılarına göre kendi türümüzün de) hayatta kalmaya ve üremeye programlanmış basit robotlardan ibaret olduğu. Giderek artan veriler ise gösteriyor ki bir çok hayvan çok daha karmaşık ve gelişkin davranışlara sahip. Öyle ki, artık hayvanların "iç dünyası"ndan söz etmek çok da fantastik bir önerme değil. Hastalıktan ölen annesinin elini tutan, geceyi yanında geçiren ve haftalarca iştahı kesilen bir şempanzenin gerçekten de keder hissine sahip olması bence o kadar da uzak bir olasılık değil.<br />
<br />
O yüzden belki de "maymundan gelmek" için o kadar da fazla bir mesafe katetmemiz gerekmiyordu.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-27580584194411048502010-04-09T13:45:00.000-07:002010-04-09T13:46:17.508-07:00Erkek deniz iğnesi hamile kalınca...Müspet İlimler Kumpanyası olarak bugün bir konuk yazarı ağırlıyoruz: Uzay Sezen, ODTÜ Biyoloji Bölümü'nden mezun olduktan sonra Connecticut Üniversite'sinden bitki popülasyon genetiği alanında doktorasını aldı. Şu anda Georgia Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışan Uzay, geçtiğimiz ay Nature'da yayınlanan deniz iğnelerinin üreme biyolojisinin evrimi ile ilgili bir makale üzerine çok güzel bir yazı hazırlamış. Bu ilginç hayvanlar hakkında çok şey öğreneceksiniz.<br />
<br />
Uzay'ın yazısını takiben Çağlar Akçay'ın orijinal makaleyle ilgili bazı eleştirilerini bulabilirsiniz. Bilim dünyasında, özellikle hızla ilerleyen ve tartışmalı olan konularda aynı bulguların farklı bilim adamları tarafından farklı yorumlanması sık rastlanan bir durum. Farklı görüşlere sahip araştırmacılar arasında yürütülen tartışmalar ve ortaya çıkardıkları araştırma soruları en sonunda gerçeğin ne olduğunu daha iyi kavramamızı sağlıyor. Uzay ve Çağlar'ın yazılarıyla bu sürece bir nebze de olsa tanık olacaksınız. Lafı daha fazla uzatmadan sözü Uzay'a bırakıyoruz...<br />
<span style="font-size: large;"><br />
</span><br />
<span style="font-size: large;">Erkek deniz iğnesi (<i>Syngnathus </i>spp.) hamile kalınca...</span><br />
Dr. Uzay Sezen, Georgia Üniversitesi<br />
<br />
Canlılığın sürekli değişen sorunlara karşı geliştirdiği evrimsel çözümleri anlayabilmek için doğadaki alışılmışın dışındaki üreme biçimlerini mercek altına almakta yarar var. Doğada genel olarak dişiler yavru bakımının getirdiği yük nedeniyle seçici roldedir. Erkekler, dişilerin seçici süzgecine takılabilmek için pek çok kılığa bürünür (eşeysel seçilim). Birbirine evrimsel açıdan yakın akraba olan denizatı (<i>Hippocampus </i>spp.) ve deniz iğnesi (<i>Syngnathus </i>spp.) türlerinde doğada görmeye alışkın olduğumuz eşeysel roller değişmiştir. Deniz iğnelerinde hamileliği erkekler üstlenir.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhcuRROrrk4KfbYuzKBJEny0AXJkzFDYrtWPSOAadO7fvtxPm98hBgeFJTeWrKmQv4ix9iqVae9QXBMC9Xsu9d9WyZ7RXevMeaspoxgYSylFKRQY-hhvnEvfPjm6KW2H38kChBGFIxxrW4/s1600/denizignesi.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="212" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhcuRROrrk4KfbYuzKBJEny0AXJkzFDYrtWPSOAadO7fvtxPm98hBgeFJTeWrKmQv4ix9iqVae9QXBMC9Xsu9d9WyZ7RXevMeaspoxgYSylFKRQY-hhvnEvfPjm6KW2H38kChBGFIxxrW4/s320/denizignesi.jpg" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Deniz iğnesi (<i>Syngnathus leptorhynchus</i>). Fotoğraf: peter_r (Flickr)</td></tr>
</tbody></table>Bu balıklar eş seçiminde her zaman daha iri yapılı bireylere yönelirler. Denizel ortamda irilik kaynak kullanımındaki verimliliğin ve üretkenliğin doğrudan göstergesidir. İri dişiler daha çok besin depolanmış yumurtalar taşır. İri erkekler dölütlerin (embryoların) gelişimi sırasında daha geniş olanaklar sağlar (savunma, oksijen, besin vs.). Çiftleşme görülmeye değer uzunca bir dans ile başlar. Erkekler çiftleşme sonrasında döllenen yumurtaları dişiden alarak hamileliği üstlenir. Her erkek 12 ile 14 gün süren hamileliği sırasında tek bir dişiden gelen yumurtaları taşır. Dölütler erkeğin vücudundaki özel bir kese içinde gelişimlerini sürdürür. Texas A&M Üniversitesi'nden <a href="http://www.nature.com/nature/journal/v464/n7287/abs/nature08861.html">Kimberly Paczolt ve Adam Jones</a>’un gerçekleştirdikleri çalışma hamile erkeklerin bu çok romantik gibi görünen rolü epey değişik bir mizaç ile oynadığını gösterdi.<br />
<br />
Alışılagelmiş haliyle dişinin güdümündeki eşeysel seçilim çiftleşme daha gerçekleşmeden işler. Dişi beğenmediği bir erkek ile çiftleşmez. Deniz iğnesinin erkekleri doğada dişilerin tekelinde olduğunu düşündüğümüz bu seçiciliği çiftleşme sonrasına da taşır. Hamilelik erkeklerin üreme hızını yavaşlatır. Erkeklerin yavaşlığı dişilerin üremesine kısıtlama getirdiği için dişiler arasında çiftleşmeye hazır olan erkekler için çekişme başlar (*).<br />
<br />
İri bir dişi ile çifleşmenin erkek deniz iğnesi üzerindeki yükü ağırdır. İri dişilerin iri dölütlerini beslemek hamilelik sırasında erkeği tüketir. Yapılan gözlemler böylesi bir hamileliğin ardından gerçekleşen çiftleşmenin sonuçlarının başarısız olduğunu gösteriyor. İşin ilginç yanı gücü tükenmiş bile olsa erkeğin çiftleşmeyi reddetmemesidir. Erkek deniz dikeni art niyetli bir eyleme girişerek kalitesi daha düşük bir dişi ile çiftleşiyor ve hamileliği sırasında bu dölütleri seçici olarak beslemiyor. Hatta daha da ileri gidip dölütleri besin kaynağı olarak kullanıyor (**). Böylece enerji gerektiren hamilelik süreci karlı bir eyleme dönüşüyor. Erkek deniz iğnesi, bir sonraki çiftleşme döneminde karşılaşmayı umduğu afet-i azamı düşünerek kaybettiği zaman dışında ciddi bir zarar görmüyor.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrobPp3Sw3UeivvsXb979C0TZs3Obimkxhr191A95pi1a48C6h054V5b0taEvv0Z6ngFw3Ie6pMfUbKnU6wUyCuyh4dQWT97-l0Wx8I5-IKm50x2b6YKqJH3RLoLSnMmK8XkZ_-dgFpe8/s1600/denizignesi2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrobPp3Sw3UeivvsXb979C0TZs3Obimkxhr191A95pi1a48C6h054V5b0taEvv0Z6ngFw3Ie6pMfUbKnU6wUyCuyh4dQWT97-l0Wx8I5-IKm50x2b6YKqJH3RLoLSnMmK8XkZ_-dgFpe8/s320/denizignesi2.jpg" width="320" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Dişi (büyük) ve erkek (küçük) deniz iğneleri. Fotoğraf: Patrick Nilsson (Flickr)</td></tr>
</tbody></table><br />
Adnan Menderes Üniversitesi'nden Dr. Murat Bilecenoğlu'ndan aldığım bilgiye göre yurdumuzda Syngnathus cinsinden toplam 7 türe, Nerophis cinsinden ise 2 türe sahibiz. Deniz iğneleri Marmara ve Karadeniz kıyılarında daha yaygın olarak görülüyor. Ege ve Akdeniz sahillerinde yarım metreye kadar inen sığ lagünler içindeki deniz erişteleri (Posidonia oceanica) arasında İzmir Kuş Cenneti, Tuzla, Homa dalyanı, Köyceğiz lagünü, Adana-Yumurtalık lagünü gibi yerler bu balıkların yaşam alanları arasında.<br />
<br />
<br />
Deniz iğnelerinin neye benzedigini merak edenler <a href="http://www.nature.com/nature/videoarchive/pregnantpipefish/index.html">şu videoyu</a> izleyebilirler.<br />
<br />
(*) aklıma Adile Naşit’in <a href="http://www.youtube.com/watch?v=kQL4db-OM2o">hamam kavgalı film sahneleri</a> geldi.<br />
<br />
(**) havyarın yüksek besleyici değeri iyi bilinir. Ayrı bir çalışma, dölütlerde bulunan amino asitlerin (protein yapıtaşı) erkeğin karaciğerine ve kaslarına göç ettiğini ve yavruların besin kaynağı olarak kullanılabildiğini gösterdi. <br />
<br />
<span style="font-size: large;">Yüklenmeyin yiğitlere...</span><br />
Çağlar Akçay, Washington Üniversitesi<br />
<br />
Biz bilimi kurallar ve istisnalar silsilesi olarak görsek de, belki de doğadaki çeşitlilik bizim çoğu zaman hayal ettiğimizden daha fazla çıkıyor. Bu durumun kendini en güzel gösterdiği yerlerden biri eşeysel üreme. Biz memeliler her ne kadar genel kuralın ‘yuvayı dişi kuş yapar’ olduğunu düşünsek de (ki bu önermenin ılıman iklimlerde yaşayan kuşlar için doğruluk payı var), doğada yığınla değişik eşleşme sistemi var. <br />
<br />
Bunlardan biri deniz iğnesi denilen ufak balıklar tarafından gösteriliyor. Uzay’ın da belirttiği gibi bu balıklarda ‘geleneksel’ (doğa tarihi açısından değil bilim tarihi açısından geleneksel) cinsel roller değişmiş durumda: erkek yumurtaları dişiden alıyor ve özel bir organında (yumurta bohçası diyebiliriz belki) besliyor, düpedüz hamile kalıyor yani. Paczolt ve Jones’ın makalesinde erkeğin hangi dişileri tercih ettiği ve bu dişileri neden tercih ettiği sorusu soruluyor. <br />
<br />
Uzay’ın yukarıda anlattığı ve yazarların da savunduğu hikaye kısaca şöyle: 1) Erkekler büyük dişileri seviyorlar, çünkü büyük dişilerde a) daha çok yumurta var b) bu yumurtalardan çıkan yavruların hayatta kalma şansı daha yüksek. 2) Ama erkekler küçük dişi bulurlarsa pas geçmiyorlar. Tam tersine bu dişilerle çiftleşip yumurtalarını alıyorlar. Ama burada esas amaçları yavruları büyütmek değil, yumurtaları yemek, yani bir anlamda küçük dişiyle çiftleşen erkekler dişileri kandırmış oluyorlar, ve onların sırtından geçiniyorlar. <br />
<br />
Bu noktada okuyucularımız ‘Vay namussuz, art niyetli’ diye erkekleri suçlamaya başlamadan bu iki noktayı destekleyen verilere bakmakta yarar var. Bilim her ne kadar objektif veriler ve test edilebilir varsayımlar üzerinden yürüse de bazen (hatta çok sık) veriler ve bilim adamlarının bundan çıkardıkları yorumlar arasında boşluklar olabiliyor. İşin güzelliği bu boşlukları bir yandan yorumlara bir yandan verilere bakarak görebiliyoruz!<br />
<br />
Yukarıdaki birinci noktaya bakarsak, gerçekten de yazarlar erkeklerin büyük dişileri tercih ettiklerini göstermişler. Bu o kadar da şaşırtıcı değil, çünkü bu türün başka akrabalarında da aynı tercih gösterilmiş. Erkeklerin büyük dişileri tercih etmekten kazandıkları getiri açık: daha çok yavru ve bu yavruların daha iyi durumda olması. Bu konudaki verileri yazarların gayet sağlam. Burada dikkati çeken nokta yukarıda anlatıldığı gibi erkeklerin küçük dişilerle çiftleşmeye o kadar da hevesli olmadıkları: tam tersine dişinin boyutu küçüldükçe erkeğin çiftleşmeye razı olması için geçen süre logaritmik olarak artıyor. Bu yazarların yorumlarına karşı çıkabilecek birinci nokta. <br />
<br />
Yazarlar aynı zamanda erkeklerin büyük bir dişiden hamile kaldıktan sonraki durumlarının küçük bir dişiden hamile kaldıktan sonraki durumlarına göre pek de iyi olmadığını gösteriyorlar. Bu şu iki sebepten biri ya da ikisi birden dolayısıyla olabilir: Birinci ve akla en yatkın sebep, diyelim 10 yavruyu beslemenin, 4 yavruyu beslemekten daha çok enerji sarfı gerektirmesi. Dediğim gibi küçük dişiler daha az yumurta veriyorlar büyük dişilere göre. Dolayısıyla tek başına bu sebep yazarların bulgusunu açıklayabilir. Ama yazarlar ikinci bir sebep daha öneriyorlar, önermekle de kalmayıp makalenin asıl çıkarımı olarak sunuyorlar. Bu ikinci sebepe göre, erkek yukarıda anlattığımız gibi küçük dişilere yalnız daha az besin vermekle kalmıyor, tam tersine küçük dişilerin yumurtalarından (yani dişiden) besin çalıyor. <br />
<br />
Burada dikkati çeken nokta, yazarların bu ikinci sebep için hiç ama hiç verileri olmaması. Bu görüş için sundukları tek veri erkeklerin küçük dişilerle çiftleştikten sonra durumlarının gayet iyi olması. Yukarıda anlatıldığı gibi bu büyük dişilerle girişilen bir hamileliğin daha fazla enerji gerektirmesiyle çok basit bir şekilde açıklanabilecek bir şey. Yazarlar yorumlarını veriyle desteklemek gibi bir dert içinde olsalardı şunları göstermek isterlerdi sanırım: <br />
<br />
1) Erkekler canlı yumurtalardan besin çalıyor mu? Bu türün yakın akrabası olan başka bir deniz iğnesinde erkeklerin cılız embriyolardan gerçekten besin aldıkları bulunmuş. Ama bu embriyoların ‘yenmesi’ embriyolar başasırız olduktan sonra mı yoksa önce mi bilinmiyor. Hayatta kalma şansı düşük cılız embriyoların erkek tarafından ‘fişinin çekilmesi’ hem erkeğin hem de embriyoların annesinin işine gelmesi ihtimali de yüksek, netekim bu embriyolara harcanacak enerji hayatta kalma şansı yüksek embriyolar için harcanabilir, yani erkekler embriyolar arasında bir ‘triaj’* yapıyor olabilirler. <br />
<br />
2) Erkekler canlı yumurtalardan besin çalıyorsa, ve erkekler ile küçük dişiler arasında çıkar çatışması varsa erkeklerin çiftleştikleri küçük dişilerin yumurtalarından (büyük dişilerinkine göre) daha çok besin elde ediyor olmaları gerekiyor. Eğer erkekler yumurtalardan besin elde ediyor ama elde ettikleri besin miktarı dişinin boyuyla doğru orantılıysa bu ortada pek de (anlatılan türden) bir çatışma olmadığını, diğer bir deyişle küçük dişilerin erkekler tarafından sömürülmediğini gösterir. <br />
<br />
Bu iki nokta hakkında yazarların hiç bir verisi yok. Bu durumda yazarların sağlam çıkarımmış gibi sundukları ve popüler medyada da böyle yer bulan (yukarıda da Uzay’ın anlattığı biçimiyle) hikayenin pek de dayanağı olmadığı görüşündeyim. Bu demek değil ki yazarların hikayesi mutlaka yanlış. Tam tersine doğru olabilir. Ama şu anda doğru kabul etmek için bir veri yok. Bunu yanı sıra daha basit alternatif açıklamalar (yazarlar tarafından pek önemsenmese de) mevcut. Birilerinin bu alternatif varsayımları test etmesi gerekiyor. <br />
<br />
(*) Kurtarmada oncelik sıralamasıErol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-52918542889844273462010-04-05T21:36:00.000-07:002010-04-05T21:41:04.688-07:00Biyogüvenlik yasası geçmiş, duydun mu?Bunu asmakta yine biraz geciktim iş güçten dolayı, ama hakkında daha önceden <a href="http://muspetilimler.blogspot.com/2010/03/biyoguvenlik-yasa-tasarsnn-getirdikleri.html">yazdığım</a> (görüşlerim <a href="http://www.turkishjournal.com/i.php?newsid=6605">burada</a> da yayınlandı) biyogüvenlik yasa tasarısı TBMM'den 18 Mart günü geçti, akabinde de Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Duymadıysanız şaşırmayın, zira güzide basın yayın organlarımız daha ilginç meselelerle meşguldü çoğunlukla (mesela hangi general geceyi hangi cezaevinde tutuklu geçirecek?). Ben de yine Nature'da çıkan bir haber sayesinde öğrendim.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgJQMnxCxXBai3bSRyfjYtcNQW8un-AopCfX07TDrl_HD1wAigRuj6HtV5kEECfbQOv31jOYPJlIDC0aY7ZedJcsEf4u05zMFwXzIYTaruOHhaKuwPl6RJ1MWh_DQenIMJsmT6o1wbLkBM/s1600-h/799px-C5_plum_pox_resistant_plum.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgJQMnxCxXBai3bSRyfjYtcNQW8un-AopCfX07TDrl_HD1wAigRuj6HtV5kEECfbQOv31jOYPJlIDC0aY7ZedJcsEf4u05zMFwXzIYTaruOHhaKuwPl6RJ1MWh_DQenIMJsmT6o1wbLkBM/s200/799px-C5_plum_pox_resistant_plum.jpg" width="200" /></a></div>Konuyla ilgili Radikal gazetesinden bir <a href="http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=986515&Date=19.03.2010&CategoryID=77">başlık</a> yakaladım sadece, o da yasa tasarısı görüşülürken eklenen bir maddeyle bebek gıdalarında GDO'ların yasaklanması ve bu konuda muhalefetle iktidar partisinin uzlaşmış olması üzerine. Tasarının getirdiği götüreceği şeylerle, hele de araştırmaya olası etkisi üzerine hiç bir bilgi ya da inceleme yok.<br />
<br />
Velhasıl, yasa geçti -- bu aşamadan sonra ne yapılabilir diye düşünmek gerek. Edindiğim bilgilere göre üniversitelerde çalışan araştırmacı biyologlar kendi aralarında organize olmaktalar. Geç kalındı elbette ama bu organizasyonun bir şekilde başlaması iyi bir şey.<br />
<br />
Öte yandan, birkaç adım geri atıp bakarsak, bu olayın gösterdiği şey, toplum olarak, gazetecisinden milletvekiline, bilim camiasından sokaktaki adamına kadar böyle bir konuyla uğraşmak için ne kadar donanımsız olduğumuz. Günümüzde toplum olarak geleceğimizi etkileyen bir çok konu, karmaşık bilimsel ve toplumsal temellere sahip; biyogüvenlik bu konulardan yalnızca birisi -- aynı şey iklim değişikliği, yenilenebilir enerji, doğa koruma, aşılanma gibi bir çok şey için de geçerli. Toplum olarak genel bir bilgisizliğimiz var (dünya'nın güneş etrafında döndüğünden bile çok emin değiliz), ancak daha da vahimi toplum olarak bu sorunların temelinde yatan bilgileri, dinamiklere karşı bir ilgisizlik içindeyiz. Beylik laflarla, çoğu zaman da sorumluluğu politik olarak karşı olduğumuz grupların üstüne atarak, suçlayarak, tartışmadan, tartışıyor gibi yapıyoruz.<br />
<br />
Biyogüvenlik yasa tasarısı görüşülürken söz alan milletvekillerinin kendileri ve gruplarının adına yaptıkları açıklamalar buna örnek teşkil ediyorlar (tutanak <a href="http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=20605&P5=H&PAGE1=13&PAGE2=46">burada</a>). Bazıları yasa tasarısı hakkında tek bir kelime bile etmemiş, bazıları jenerik olarak "destekliyoruz" ya da "desteklemiyoruz" demiş, bazıları ise nereden buldukları belli olmayan eksik ve/veya yanlış bilgilerle (<a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Triptofan">triptofan</a>'ın zehirli bir ilaç olduğunu bilir miydiniz?) bir şeyler savunmaya çalışıyor. Elbette bir yasa tasarısının genel kurula gelmesi uzun bir sürecin sonucu, dolayısıyla bu tartışmanın orada başlamasını ya da TBMM Genel Kurulu'nda bu noktada derinlemesine bir inceleme yapılmasını beklemek yanlış olur. Bahsettiğim sorunun kaynağı değil, bir belirtisi. Esas sorun, süreçte o aşamaya gelene kadar hiç bir tartışma olmaması, gerekli araştırmalar raporlar hazırlanıp kamuoyuna sunulmaması, taslak üzerine uzmanlar tarafından görüş alış verişi yapılmaması... <br />
<br />
Bütün bunların sonunda tam olarak ne yaptığımızı, niye yaptığımızı bilmeden kararlar veriyoruz. Bunun sadece cahillik ya da ilgisizlik sonucu olduğunu düşünecek kadar saf değilim elbet; bu durumdan kar edenler vardır mutlaka. Ama sonuçta doğru süreçte ısrar etmedikçe bu durumun önüne geçilmesi mümkün değil, ondan eminim.<br />
<br />
Not: Resim, genetiği değiştirilerek hastalığa dirençli hale getirilmiş "C5" eriklerini gösteriyor. <a href="http://commons.wikimedia.org/wiki/File:C5_plum_pox_resistant_plum.jpg">Scott Bauer</a>'e ait. Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-22794741036194650112010-03-27T14:24:00.000-07:002010-03-28T03:57:11.051-07:00IPCC Baskani: Iklimbilimcileri rahat birakinHukumetlerarasi Iklim Degisimi Paneli (IPCC) Baskani Rajendra Pachauri, 26 Mart 2010’da The Guardian’da yayinlanan makalesinde birtakim seyleri soylemek, bazilarina cevap vermek zorunda kaldi. Yazdiklarini ozetlemeden once, son aylarda olanlari bir not edelim:<br /><br />Bildiginiz gibi, 2007 yilinda IPCC tam versiyonu 3000 sayfayi bulan dorduncu degerlendirme raporunu yayinlamis, kuresel isinmanin buyuk oranla insan kaynakli oldugunu verilerle ortaya koymus, ileriye donuk birtakim senaryolar onermis ve ongoruler yapmisti. Bu ongorulerin bir tanesi de Himalayalar’da bulunan buzullarin 2035 yilinda tamamen eriyebilecegi idi. 2009 sonlarinda bu ongorunun yanlis oldugu savi dillendirilmeye baslandi, 2010’un Ocak ayinda da kurumun da resmen acikladigi uzere bu noktada onemli bir hata mevcuttu. Bu ongoru hakemli bir dergide yayinlanan bir arastirmaya degil de, bir bilim adaminin medyaya verdigi bir roportaja dayaniyordu. Aslinda konunun uzmanlari arasinda yaygin kani Himalaya buzullarinin daha birkac onyil daha dayanabilecegi idi (ne kadar rahatlatici!). Uzun lafin kisasi, raporun bu kismini hazirlamakla sorumlu kisiler isini savsaklamis, ellerindeki verilerin kalite kontrolunu iyi yapmamis, Himalaya buzullarinin erime hizi ile ilgili bilginler arasindaki ortak gorusu rapora yansitamamislardi. <br /><br />Tabi ki ben, IPCC baskaninin aciklamalarina dayanarak, su ana kadar yazida bunun bir “ihmal” oldugunu ima ediyorum. Ancak, IPCC raporunda boyle bir acik bulan, kendilerine medyada genelde “iklim degisikligi suphecileri” denilen gruplar bu olayi kendi amaclari icin kullanmaktan geri durmadilar. Verdikleri tum tepkileri takip etme sansim olmadi, ama son birkac ayda haberlerde gordugum kadariyla bunun kasitli bir manipulasyon oldugunu iddia edip isi Pachauri'yi istifaya davet etmeye kadar goturduler. Hatta Amerikan senatoru James Inhoff, iklimbilimciler icin “adli sorusturma” acilmasini bile iddia edebildi. <br /><br />Iste boyle bir atmosferde, Pachauri sert bir aciklama yapmak zorunda kalmis. Haksiz da sayilmaz. The Guardian’da ki yazida (link yazinin sonunda) soyle diyor : “Umarim, dunya [iklim bilimciler icin] yeni bir sistemli zulum (=persecution) donemine girmiyordur”. IPCC gibi bir kurumun basindaki ismin boylesine bir hissiyat icinde bulunmasi beni cok urkuttu. Pachauri’nin altini cizdigi uzere IPCC Birlesmis Milletler’e bizzat basvurarak kendi yontemlerinin bagimsiz bir kurul tarafindan denetlenmesini istemis durumda. Bu isi de Akademiler Arasi Kurul – ki ulkelerin bilim akademilerinin bir nevi federasyonu-ustlenmis. Bence bu hatadan ardindan ortaya cikan durum icin daha saglikli bir cozum olamazdi. <br /><br />Konuyu takip edecegiz, bakalim bu bagimsiz denetleme nasil bir sonuca ulasacak. Sonuc olarak kuresel isinmanin insan kaynakli oldugu ve Yer Sistemi’nde ani, onarilamaz ve insan kulturune zararli olacak donusumlere neden olabilebilecegi gercegi degismeyecek gibi gorunuyor. <br /><br /><a href="http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cif-green/2010/mar/26/dont-hound-the-climate-scientists">http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cif-green/2010/mar/26/dont-hound-the-climate-scientists</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-49209514097397356822010-03-19T10:48:00.000-07:002010-03-19T12:04:27.395-07:00Eskiler satıştan kaldırılırken, yeni bir evrim kitabıGeçtiğimiz hafta, neredeyse tam bir sene önce yazdığım bir <a href="http://muspetilimler.blogspot.com/2009/03/akyollar-darwinizme-kars.html">yazıyı</a> bloga astım. Hatırlarsınız, geçtimiz sene bu zamanlarda Tübitak'da bir evrim skandalı patlamıştı; evrim kuramını ve Darwin'i ele alan kapak ve özel dosyanın Tübitak'ın başkan yardımcısı tarafından sansürlendiği iddia edilmişti. Konuyla ilgili çok yazıldı çizildi, bu asmayı unuttuğum yazı da baba-oğul muhafazakar yazarlar Taha ve Mustafa Akyol'ların konu hakkında söylediklerine yanıt niteliğindeydi. Mustafa Akyol'un argümanı özellikle ilginçti, zira Mustafa Akyol, Richard Dawkins ya da S.J. Gould gibi ateist yazarların kitaplarının çevrilip de, S. Conway Morris gibi dini görüşlere daha sıcak bakan yazarların kitaplarının çevirilmediğini iddia edip, bunun da bir sansür olduğunu savunmuştu. <br />
<br />
Bu dediği gerçek midir yoksa insafsızlık mı siz karar verin, ama bu arada Mustafa Akyol'un içi rahat olabilir; zira anlaşılan Tübitak artık Dawkins'in ve Gould'un kitaplarını da <a href="http://www.haberveriyorum.net/haber/tubitaktan-evrim-teorisi-kitaplarina-fiili-sansur">satmıyor</a>. Tübitak'ın güncel sipariş formuna <a href="http://www.tubitak.gov.tr/tubitak_content_files/populer/kitaplistesi/kitapistekformu_guncel.pdf">buradan</a> erişebilirsiniz, listede genel evrimle ilgili tek bir kitap bile yok (gerçi Modern İnsanın Kökeni isimli, insan evrimi üzerine olan bir kitap listede hala). Tübitak, bu kitapların baskısının tükendiğini ve yeni baskılarının yapılıp yapılmayacağına satış rakamları ve kitapların yayıncılarıyla yapılacak görüşmelere göre karar verileceğini söylüyor. Bahsi geçen kitapların yeniden basılıp basılmayacağını göreceğiz.<br />
<br />
Tübitak böyle gidedursun, kitap cephesinden güzel bir haber: Dawkins'in Evrim üzerine yazdığı en son kitabı <a href="http://www.kuzeyyayinlari.com/__ky/pgs/bookdetail.asp?ri=48">Yeryüzündeki En Büyük Gösteri</a>'nin (The Greatest Show on Earth) Türkçe çevirisi çıktı. Çeviri, Uygar Polat ve Tunç Tuncay Bilgin editörlüğünde, Evrim Çalışkanları'ndan arkadaşlarımız İstem Fer, Kahraman İpekdal, B. Duygu Özpolat ve Uygar Polat'dan oluşan bir ekip tarafından yapıldı. Mutlaka alın, okuyun, okutturun. (Kayda geçmesi için: Dawkins'in en son kitabı ateizm üzerineydi, ancak bu kitapta din konusuna girmeden, yalnızca evrimin ne olduğunu ve kanıtlarından bahsetmiş.)<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://www.kuzeyyayinlari.com/__ky/pgs/bookdetail.asp?ri=48"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhKPqLXL1LsUYOfU1luiVndZ0WIAT7V2v8Jx7dKkc-WK3O_joVJOPKocoopqlztXFCumwGiyCBqByuesQ_rJOy5GL9WBrC3KRBucZcIRYvW0tAyirWOHwKwIPiha8DHQifHoGlG9meqB3U/s320/48.jpg" width="203" /></a></div><br />
Bu arada farketmişsinizdir, son birkaç haftadır blogun tasarımıyla biraz oynamaktayız. Verdiğimiz geçici rahatsızlık için özür dileriz.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-58881187521347724952010-03-16T12:08:00.000-07:002010-03-16T12:08:09.678-07:00İşbirliğinin evrimi(2009 Nisan ayında <a href="http://www.ntvbilim.com.tr/">NTV Bilim</a>'de yayınlanan Evrim dosyası içinde yer aldı -- aşağıdaki hafif düzenlenmiş bir versiyonu.) <br />
<br />
Doğal seçilim hakkındaki yaygın bir kanıya göre, canlılar birbirleriyle sürekli bir rekabet ve çatışma içindedir: bireyler birbirlerini yerler, ya da birbirinin önünden yemeğini alırlar. Ünlü İngiliz şair Tennyson’un mısrasındaki gibi “pençeleri ve dişleri kana bulanmış” bir yerdir doğa. Ancak biraz dikkatli bakarsanız doğa, canlıların birbirleriyle işbirliği yapması ve özveri göstermesinin örnekleriyle dolup taşıyor. Bu örneklerin en çarpıcı olanlarından birisi karıncalar: Bir çok karınca türünde işçi karıncalar, kendi yavrularını yetiştirmek yerine, bütün hayatlarını kraliçe karıncanın yavrularına (yani kardeşlerine) bakmaya adarlar. Başka bir çarpıcı örnek de baklagillerin köklerinde yaşayan rizobium bakterileri: bu bakteriler, kendi ihtiyaçları olmadığı ve bunu yapmak enerji açısından pahalıya mal olduğu halde havadaki azotu mineral hale getirip ev sahiplerine “doğal gübre” sağlarlar. Bu işbirliği, biyojeokimyasal döngüler açısından da son derece önemli, çünkü rizobium bakterilerinin sabitlediği toplam azot miktarı, insan eliyle suni gübre üretiminde sabitlenen miktara eşit.<br />
<br />
İşbirliğinin ve özgeci (altruistik) davranışların bu kadar yaygın olması, ilk bakışta rekabete dayalı bir evrim kuramına ters geliyor gibi gözükebilir. (Darwin de bu zorluğun farkındaydı.) Ancak, ilk bakış yanıltıcı olabilir: evrim süreci rekabete dayalı olsa bile, bazen rekabette öne geçmenin en iyi yolu uygun ortaklarla işbirliği yapmaktır. Nitekim, son 40 senedir elde edilen sonuçlar sayesinde artık doğal seçilimin nasıl olup da canlılar arasında işbirliğine ve özveriye yol açabildiğini genel hatlarıyla anlamış bulunuyoruz. <br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgTNtXU2O1D8ENP6G3Pysp-AXlDzW_CYcERhOYRFE2yf4CMgjmQTXIci_l_I3kIegg-B-v89MJy3wEjH3CU8kUwc8QiWb4KAwqp5S3Nq65LiifuXIJxNRoSW9bb_F8q5vrc0kNcEoz6RkM/s1600-h/800px-Medicago_italica_root_nodules_2.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgTNtXU2O1D8ENP6G3Pysp-AXlDzW_CYcERhOYRFE2yf4CMgjmQTXIci_l_I3kIegg-B-v89MJy3wEjH3CU8kUwc8QiWb4KAwqp5S3Nq65LiifuXIJxNRoSW9bb_F8q5vrc0kNcEoz6RkM/s320/800px-Medicago_italica_root_nodules_2.JPG" /></a></div><br />
İşbirliği ve özgeciliğin evrimi problemlerini çözme yolundaki en büyük gelişmelerden biri 1964 yılında İngiliz biyolog William D. Hamilton’un yayınladığı iki makaleden geldi: Hamilton, bireylerin kendi üreme başarılarını düşürme pahasına bile olsa akrabalarına yardım ederek kendi genlerinin bir sonraki nesile daha çok aktarılmasını sağlayabileceklerini matematiksel olarak ispatladı. Bunun sebebi, akraba bireylerin aynı genlere sahip olmaları. Dolayısıyla akrabalarına yardım ederek bir birey, kendi genlerinin kopyalarının gelecek nesile daha çok aktarılmasını sağlayabilir. Aslında bu fikir bir süredir ortada idi: örneğin modern sentezin babalarından J.B.S. Haldane, kendi hayatından “iki kardeş ya da sekiz kuzeni” için vazgeçebileceğini söylemişti. (Çünkü kardeşinizle genlerinizin yarısı, kuzenlerinizle ise yalnızca 1/8’i ortaktır). Hamilton’un katkısı, sezgisel olarak açık olan bu fikrin gerçekte çalışabileceğini matematiksel olarak kanıtlaması idi. Bugün artık özgeciliğin evrilmesini sağlayan koşulları “Hamilton Kuralı” denen eşitsizlikle ifade ediyoruz: r B > C . Burada r, yardım edenle yardım alan arasındaki akrabalık katsayısı (yani aynı genlere sahip olmaları olasılığı, 0 ile 1 arasında bir sayı), B yapılan yardımın yardım alanın üreme başarısını ne kadar artırdığı, C ise yardım edenin üreme başarısından ne kadar kaybettiğini gösteren değişkenler. Yani Hamilton Kuralı bir bireyin yaptığı yardımın, akrabalık katsayısıyla ağırlıklandırılmış faydası, yardım yapmanın bedelinden daha fazla ise o yardım davranışı evrilecektir diyor.<br />
<br />
Başka bir ünlü İngiliz biyolog, John Maynard Smith tarafından “akraba seçilimi” diye adlandırılan bu kuram, günümüzde karınca kolonilerinin evriminden, erkek yaban hindilerinin ortak olup birbirlerine dişilere kur yapmada yardımcı olmasına kadar bir çok durumda işbirliğini açıklayabilen güçlü bir kuram.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi1qLhJHbM5Jfu8PuNxPx9j4embf9uQoehW3hImK0l9wcRHvR90EheNAesKjHrgYNDUgw40XR5FM_mfy1G9onO9v_iZ7mfi0xUDYc_O4h2JZnQaWoMZUAFaEzj_fE0pOsxYh7p0UjSh3ss/s1600-h/800px-Ant_tending_scales3.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi1qLhJHbM5Jfu8PuNxPx9j4embf9uQoehW3hImK0l9wcRHvR90EheNAesKjHrgYNDUgw40XR5FM_mfy1G9onO9v_iZ7mfi0xUDYc_O4h2JZnQaWoMZUAFaEzj_fE0pOsxYh7p0UjSh3ss/s320/800px-Ant_tending_scales3.jpg" /></a></div><br />
<br />
Öte yandan bazı işbirliği durumlarında ortaklar bırakın akraba olmayı, aynı türden, hatta aynı alemden bile değiller – yukarıda bahsettiğim rizobium bakterileri ve baklagiller gibi. Böyle durumların evrimsel açıdan sağlamlığı iki tarafın da işbirliğinden bir fayda görmesine ve yardımlarının suistimal edilmemesine bağlı, o yüzden de bunu sağlayacak mekanizmalar evrilmiş. Örneğin soya fasulyesinin köklerindeki rizobium bakterileri eğer azot sabitlemeyi bırakıp yalnızca bitkinin verdiği şekerleri tüketirlerse, bitki kısa zaman içinde bakterilere sağladığı oksijen ve şeker yardımını kesiyor. Bu yüzden azot sabitleyen bakteriler, sabitlemeyenlere göre daha az ürüyorlar (çünkü ev sahipleri onlara yardımcı olmuyor), ve doğal seçilim azot sabitleme özelliğinin evrilmesine yol açıyor. Bu gibi durumlar, evrimsel oyun kuramı kullanılarak inceleniyor. <br />
<br />
Özetle işbirliğinin evrimi, halen evrimsel biyolojinin en çok ilgi gören alanlardan birisi ve her geçen yıl yeni buluşlara ve tartışmalara sahne oluyor. Bu pek de şaşırtıcı değil, zira işbirliği, çok hücreli yaşamın ortaya çıkmasından, insanların evrimine kadar bir çok konunun temelinde yatıyor. O yüzden, evrim rekabetçi bir süreç gibi gözükse de, nasıl çalıştığını anlamanın yolu çoğu zaman işbirliğini anlamaktan geçiyor desek abartmış olmayız. <br />
<br />
Kaynakça:<br />
Hamilton’ın çığır açan makaleleri:<br />
Hamilton, W. D. (1964a) The genetical evolution of social behavior 1. Journal of Theoretical Biology, 7, 1-16.<br />
Hamilton, W. D. (1964b) The genetical evolution of social behavior 2. Journal of Theoretical Biology, 7, 17-52. <br />
Alanın günümüzdeki durumunu gözden geçiren bir makale: <br />
West, S. A., Griffin, A. S. & Gardner, A. (2007) Evolutionary explanations for cooperation. Current Biology, 17, R661 -- R672.<br />
<br />
Resim kaynakları:<br />
1) <i>Medicago italica </i>(yoncanın yakın akrabası bir bitki) kökleri üzerinde<i> Sinorhizobium meliloti</i> bakterisinin oluşturduğu nodüller. Fotoğraf wikimedia'danö <a href="http://commons.wikimedia.org/wiki/File:Medicago_italica_root_nodules_2.JPG" title="User:Ninjatacoshell">Ninjatacoshell</a> isimli kullanıcı tarafından çekilmiş.<br />
2) Bir <i>Camponotus compressus</i> karıncası, pul böceklerine bakarken görülüyor. Pul böcekleri, bitkilerin dallarına yapışarak bitkinin özsuyunu çekerler. Bu özsunun bir kısmı böceklerin vücutlarından taşar. Bir çok karınca türü, pul böceklerinin vücutlarından taşan özsuyla beslenebilmek için bu böcekleri korur ve onlara bakar. Bazen bu karıncalar bitkileri de korur (özellikle de tropik bölgelerde). Böylece üç taraflı bir işbirliği sağlanır. Fotoğraf <a href="http://commons.wikimedia.org/wiki/File:Ant_tending_scales3.jpg">L. Shyamal</a>'a ait.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-28393303829004568382010-03-05T09:32:00.000-08:002010-03-07T15:10:30.439-08:00Biyogüvenlik yasa tasarısının getirdikleri ve götürebilecekleri<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0gJxkorycOv3u4oSr_8ywx3iganAkJZJSSeO_Fqr87dTlxC7HgMqN7AXtasfRoRbwZGsc7uRGMRoEQbD-mL46jYUvwfPWvGHHsyggQCsqnFbMk1fbHt-YVnI_RW5Cy2bOBrwBKftmuPM/s1600-h/papaya.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0gJxkorycOv3u4oSr_8ywx3iganAkJZJSSeO_Fqr87dTlxC7HgMqN7AXtasfRoRbwZGsc7uRGMRoEQbD-mL46jYUvwfPWvGHHsyggQCsqnFbMk1fbHt-YVnI_RW5Cy2bOBrwBKftmuPM/s320/papaya.jpg" /></a></div><div style="text-align: center;"><br />
</div>Türkiye, Nature ya da Science gibi bilim dergilerinin haber ya da yorum sayfalarına çıktığı zaman, bu genelde iyi bir haberle olmuyor. O yüzden, geçtiğimiz hafta (25 Şubat 2010) Nature’da Türkiye’yle ilgili bir <a href="http://www.nature.com/nature/journal/v463/n7284/full/4631000a.html">editoriyal yazı</a> çıktığını duyunca ilk tepkim yılgınlık oldu. Ne yazık ki bu tepkimde haklı çıktım: yazı, TBMM’de kabul edilmeye doğru ilerlemekte olan biyogüvenlik yasa tasarısının, eğer kabul edilirse Türkiye’deki biyomedikal araştırmalara yapacağı etkiyi konu alıyor.<br />
<br />
Biraz arkaplan bilgisi verelim önce: Türkiye 2000 yılında Cartagena’da imzalanan Uluslarası Biyogüvenlik Protokolüne taraf oldu. Buna göre Türkiye’nin ulusal bir biyogüvenlik yasası çıkarıp uygulamaya koyması gerekiyordu. Düzenlenecek en önemli hususlardan birisi genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) üretimi, ithali ve kullanımı. Nature’ın bildirdiğine göre ilk taslak, bilimadamlarının da katkısıyla hazırlandığı için, ticari amaç için doğaya salınacak organizmalar ile kapalı alanda, yani laboratuarda, güvenlik önemleri altında araştırma için kullanılacak organizmalar arasında gerekli ayrımı yapıyormuş. Ancak aradan oldukça uzun bir süre geçip, iktidar da değişince, yasa tasarısı da değişmiş ve bugünkü halini almış. <br />
<br />
Taslağın kendisini TBMM’nin web sayfasından indirip okumak mümkün (ya da <a href="http://www2.tbmm.gov.tr/d23/1/1-0789.pdf">buradan buyrun</a>). Tasarının yaptığı en önemli şey, bağımsız bir biyogüvenlik kurulunun oluşturulması ve bu kurula GDO'la ilgili herşeyi denetleme, izin verme yetkisinin ve görevinin verilmesi. Tasarının 9. maddesi bu kurulun esaslarını düzenliyor. Kurulun 9 üyeden oluşması öngörülüyor, 4’ü Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, geri kalanı da diğer bakanlıkların atayacağı üyeler. Atandıktan sonra kurul üyelerinin 3 sene görev yapmaları öngörülüyor; aynı kişi en fazla iki dönem görev yapabilir deniyor. En az iki kurul üyesinin üniversite ve meslek örgütleri arasından seçilmesi öngörülmüş. Üyelerin en az üniversite derecesine sahip olmaları ve kurulun alanına giren konularda en az 5 senelik tecrübeye sahip olmaları gerekiyor.<br />
<br />
Kurulun görevi, temel olarak Türkiye’de GDO ile yapılacak tüm işlemleri denetlemek. Yasa tasarısına göre Türkiye’de GDO üretmek, ithal etmek, araştırmalarda kullanmak isteyen herkes kurula başvurmak ve bu başvuruların sonuçlarını beklemek zorunda. Nature’a göre bu zorunluluk biyomedikal araştırmaları ağır bir bürokrasi yükü altına sokacak ve pratikte çok yavaşlatacak. Bana kalırsa bu haklı bir kaygı, özellikle yasa tasarısının kilit noktalarda belirsiz bir dille yazılmış olması ve bazı şeylerin ise yasa tasarısıyla düzenlenmiyor olması nedeniyle. <br />
<br />
Örneğin, tasarının 3. Maddesi 4. fıkrası kurulun 90 gün içerisinde başvurunun kabul edilip edilmediğine karar vermesi öngörülüyor, ancak bir yandan da aynı maddenin 5. fıkrasında karar alma süresi 270 günü geçemez deniyor (ve bu süre 4. fıkradaki kararın bildirilmesinden itibaren başlıyor – karar bildirildikten sonra karar alma süresinin başlamasının bürokrasi evreninde bir anlamı var mıdır bilmiyorum ama bana çok mantıklı gelmiyor). Kurul’un kararlarını 11’er uzmandan oluşan risk değerlendirme ve sosyo-ekonomik değerlendirme komitelerinin raporlarına dayandırması öngörülüyor. Ancak bu kurumların nasıl oluşturulacağı ve karar mekanizmaları çok detaylandırılmamış. <br />
<br />
Bir de basitleştirilmiş bir başvuru sürecinden bahsediliyor – daha önceden yapılan başvurularda ve araştırmalarda riskin az olduğu belirlenmiş başvurulara daha basit (ve muhtemelen hızlı) bir süreç uygulanabilir deniyor, ancak bu sürecin tanımlanması yönetmeliğe bırakılmış, o yüzden ne olduğunu bu noktada bilmiyoruz.<br />
<br />
Genel olarak yasa tasarısının GDO’larla ilgili işlemleri düzenleyen kısımları bilimsel araştırma için kontrollü ve kapalı bir ortamda yapılan deneyler düşünülerek yazılmamış, tam tersine bütün başvuruların çevresel ve sosyo-ekonomik etkisi varmış gibi düşünülmüş. Açıkçası kontrollü bir laboratuarda bir E. coli’ye floresans genlerinin aktarılması için bir sosyo-ekonomik etki değerlendirmesi gerektiğini düşünmüyorum. Kaldı ki, yasa tasarısı her değişik gen aktarımı için ayrı bir başvuru istiyormuş gibi duruyor, bu çok büyük ve gereksiz bir bürokratik yük. Dahası başvuru kabul edildikten sonra bile her başvuru için Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na belirsiz bir zaman aralığında rapor hazırlanması gerekiyor, bu da araştırma grupları için fazladan gereksiz bir iş yükü. Basitleştirilmiş işlem fıkrasının öngördüğü yönetmelik bu bürokratik baskıyı bir nebze azaltabilir, ancak yasanın çalışma esasının bu kadar sıkı ve “mikroyönetimci” olması gereksiz ve anlamsız. <br />
<br />
Bütün bunlar bir yana, tasarının 5. maddesi, Türkiye’deki genetik, moleküler biyoloji ve biyoteknoloji araştırmalarını tamamen durdurabilecek nitelikte. Bu maddenin 1.a fıkrası, genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimini topyekün yasaklıyor. Yani memelilerde X geninin işlevini anlamak için bir knock-out fare yapmak isterseniz, size gurbet yolu gözüktü, zira “yassah kardeşim!” Maddede araştırma için vs. gibi bir istisna gösterilmemiş, tamamen yasak. Sadece bakterilerin genetiğini değiştirebilirsiniz efendim. Ancak dikkat çeken bir nokta, Türkiye'de GD bitki ya da hayvan üretmek yasak ama ithal etmek (izin alabilirseniz) yasak değil. Dışarıdan gelen GDO’ların burada üretilenlere göre daha güvenli olacağı mı düşünülmüş acaba? Yakın zamana kadar büyük miktarlarda genetiği değiştirilmiş tarım ürünü ithal ettiğimize göre, bu ithalatçılar için iyi haber olsa gerek.<br />
<br />
Genel olarak, yeterli donanıma sahip araştırma laboratuarlarında yapılan biyoteknoloji çalışmalarıyla, ticari olarak GDO’ların halka sunulması ya da çevreye salınması birbirinden çok farklı eylemler. Yasa tasarısının en büyük eksiği ikisini de aynı kurallara tabi tutması. Halka sunulan ya da çevreye salınan GDO'ların oldukça sıkı bir denetime ve raporlanmaya tabi tutulması halk sağlığını ve çevreyi korumak adına gayet mantıklı, ve itiraz edilecek bir şeyi yok. Ancak laboratuardaki araştırma faaliyetleri için durum farklı; zira burada deneyler genel olarak kontrollü ortamlarda yapılmakta. Bu kontrollü ortamların yeterince güvenli olduğunun denetlenmesi gerek elbette, ancak bunu her proje için ayrı ayrı yapmak hem gereksiz, hem de aslında etkisiz, zira bir araştırma tesisinin güvenlik önlemlerinin ve protokollerinin ayrı ayrı projelerle değil, bir bütün olarak ele alınması gerekiyor. Eldeki yasa tasarısı bu konuda herhangi bir düzenleme öngörmüyor (örneğin şu tip araştırmaları yapacak tesisler şu güvenlik öğelerine sahip olmalı gibi bir düzenleme getirmiyor). Dahası, araştırma eylemi doğası gereği esneklik isteyen bir eylem. Yani diyelim ki bir deneyiniz çalıştı, onu takip için başka bir deney yapmak istiyorsunuz, bunun için tekrardan bakanlığa başvurup, baştan karar alınmasını beklemek (basitleştirilmiş süreçte bile) araştırmalarınızın aksamasına yol açacak bir şey.<br />
<br />
Kısacası, bu yasa tasarısı GDO ilgili herşeyi tek bir yaklaşımla düzenlemeyi hedefliyor, ancak bunu yaparken bir yandan Türkiye’deki biyomedikal araştırmaları pratikte bitirebilecek kadar büyük bir bürokrasi yükü yaratırken diğer yandan biyogüvenlikle ilgili yapılması gereken bir çok düzenlemeyi es geçiyor (özellikle tesislerin ve altyapının uygunluğunun düzenlenmesi ve denetlenmesi konusunda). Dahası, ismi biyogüvenlik yasa tasarısı olmasına rağmen tasarının tamamı yalnızca GDO’larla ilgili – yani genetiği değiştirilmemiş, ama yine de öldürücü ya da çevreye büyük zarar verme potansiyeline sahip organizmalarla ilgili bir düzenleme yok bu tasarıda. Bu hiç de iç rahatlatıcı bir durum değil açıkçası.<br />
<br />
Son söz olarak sürece dair bir şey söylemek gerek. Bu yasa tasarısı 2000 senesinden beri hazırlanmakta olan bir tasarı. Bu süreçte, kamuoyunda biyogüvenlikle ilgili ihtiyaçlarımızın ve yapılabileceklerin tartışılması ve düzenlemelerin ekonomik, sosyal ve araştırma-geliştirme yönünden etkilerinin incelenmesi, düşünülmesi gerekirdi. Kamuoyunda bu olmadığı gibi (tasarının komisyondan geçmesi haber bile olmadı çoğu yerde, açıkçası Nature bu konuyu ele almasa benim de haberim olmayacaktı), konuyla en çok ilgili olan TÜBİTAK ve TÜBA bile büyük ölçüde sessiz kalmış benziyor. TÜBİTAK’ın web sayfasında “biyogüvenlik”, “genetiği değiştirilmiş organizma” ya da “GDO” anahtar kelimeleriyle yapılan bir aramada hiç sonuç çıkmıyor. TÜBA ise, Nature’ın yazısına göre bu konuda bir pozisyon belgesi hazırlamayı planlıyor ama daha sonuç yok. Sonuçta, geleceğimiz için büyük önem taşıyan bu konuda ne yaptığımızı tam bilmeden, tartışmadan, etkili olacağı şüpheli ama gelecek için bedeli büyük olabilecek kararlar alıyoruz. <br />
<br />
(Yazının başındaki fotoğraf, Greenpeace'den, genetiği değiştirilmiş papaya ağaçlarını protesto eden bir eylemde çekilmiş)Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-55499098002986006312010-02-22T21:29:00.000-08:002010-02-23T07:59:08.182-08:00Türkiye'de bilime karşı tutum<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTe2QnON32safSs3Vt1vs-80yjLyfpGuP2Tdu100vV27e17pdY_6115xyYbdJxghq9pDPez6LfTRM3yQ2pISpgvUFlYXpP7AhOW-nNCFytYf9tOMrdDT8yD63zAyA3TJlB6rGlhpSIlj4/s1600-h/whats_science.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTe2QnON32safSs3Vt1vs-80yjLyfpGuP2Tdu100vV27e17pdY_6115xyYbdJxghq9pDPez6LfTRM3yQ2pISpgvUFlYXpP7AhOW-nNCFytYf9tOMrdDT8yD63zAyA3TJlB6rGlhpSIlj4/s320/whats_science.jpg" /></a></div><br />
Gecikmeli de olsa, 2010 yılının ilk yazısından sizlere merhaba! <br />
<br />
Yine uzun bir aradan sonra yaratılışçılarla nasıl tartışmalı, nasıl tartışmamalı diye bir yazı yazacaktım, ama araştırma yaparken dikkatim dağıldı; AB'nin düzenli olarak yaptığı Eurobarometer anketlerinin bilimle ilgili olan kısmını okumaya daldım. Belki duymuşsunuzdur, bu araştırmada yer alan sorulardan birisi de insanın diğer hayvanlardan evrilip evrilmediği sorusuydu; evrimi kabulde açık ara sonuncu olmamız 2006'da Science'da yayınlanan bir makaleye konu olmuştu (buna dair başka bir vesileyle <a href="http://muspetilimler.blogspot.com/2008/12/mslman-lkelerde-yaratllk.html">bir şeyler çiziktirmiştim</a> zamanında).<br />
<br />
O zaman Eurobarometre araştırmasının tamamını okumamıştım, şimdi karşıma çıktığında tekrar çok ilginç bulgular içerdiğini gördüm. İzlenimlerimden bazıları şöyledir (buraya alıntılamadıım daha bir çok soru var, hepsini okumak için araştırmanın raporuna <a href="http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/ebs/ebs_224_report_en.pdf">şuradan</a> erişebilirsiniz).<br />
<br />
İlk olarak, Türkiye’de halkın bilimsel bilgiye hakimiyeti oldukça düşük. Aralarında insan evrimiyle ilgili meşhur sorunun da olduğu 13 sorudan oluşan ufak bir testde, anketi yapanların yalnızca yüzde 8’i 10 ya da daha fazla soruya doğru yanıt veriyor. Bu açıdan anketin yapıldığı 32 ülke arasında sonuncuyuz. Ortalama doğru yanıt sayısı yalnızca 5.7 (yine sonuncuyuz). Evrim sorusundan sonra (hatta belki ondan da çok) en çarpıcı sonuçlardan birisi anketi yapanların yüzde 57’sinin Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğünü düşünmesi. Kopernik mezarında ağlıyordur herhalde…<br />
<br />
Bilimin potansiyeli konusuna gelirsek, Türkiye’de anket yapılanların yüzde 45’i bilimin bir gün evrenin nasıl işlediğini eksiksiz olarak açıklayabileceğini düşünüyormuş. Bu oranın AB ortalaması yüzde 50. Aradaki farkın büyük kısmı Türkiye’de %18’in bilmiyorum yanıtını vermesi, AB çapında ise bu oran yalnızca yüzde 6.<br />
<br />
Öte yandan Türkler bilimin ekonomik kalkınma için iyi bir şey olup olmadığı konusunda biraz kararsızlar. Bir yandan bilimin çevresel problemler gibi problemleri çözecebileceğini ve teknolojik gelişmelerin götürdüğünden daha çok iş olanağı yaratacağını düşünürken diğer yandan bilim ve teknoloji endüstriyel gelişme için gerekli olmadığını söyleyen bir yargıya katılmayanlar yalnızca yüzde 44’de kalıyor. Bu durum temel bilim için daha da kötü: anket yapılanların yalnızca yüzde 27’si temel bilimin kalkınma için önemli olmadığı görüşüne karşı çıkmış. Öte yandan, bilimin hükümet tarafından desteklenmesi gerektiği görüşü oldukça yaygın kabul görmüş (yüzde 80) ve anketi yapanların yüzde 66’sı Türkiye hükümetinin diğer şeylerden kısıp bilime daha çok para yatırmasını destekliyor. Buna karşın örneklemdekilerin yüzde 52’si inanç yerine bilime fazla bağımlı olduğumuzu düşünüyor; yalnızca yüzde 19 bu yargıya karşı çıkmış. Bir diğer yandan ise günlük hayatta bilim bilmek önemli değildir yargısına katılmayanlar yüzde 47, katılanlar ise yüzde 28’de kalmış.<br />
<br />
Biz bilimadamları için önemli başka bir bulgu da örneklenenlerin çoğunun (yüzde 64) bilimadamlarının halkı bilgilendirmek için yeterince çaba göstermediğini düşünmesi. Bu oran, AB ortalamasının (yüzde 59) biraz üzerinde. Bilimadamlarının bildikleri nedeniyle “tehlikeli” olduğunu düşünenlerin oranı ise AB ortalamasının altında (yüzde 59’a yüzde 44). Politikacıların bilimadamlarına danışması gerektiği fikri ise popüler (yüzde 63) ama AB ortalaması kadar değil (yüzde 73).<br />
<br />
Yine başka bir ilginç sonuç da, bilimin araştırabileceği konuların sınırlanıp sınırlanmaması gerektiği konusundaki fikirlere dair: Türkiye’den yanıt verenlerin yüzde 62’si bilimin sınırlanmaması gerektiğini savunurken bu konudaki AB ortalaması yalnızca yüzde 36. Acaba bu sorunun Türkiye’de çağrıştırdıklarıyla Avrupa’da çağrıştırdıkları arasında bir fark mı var, diye düşünüyor insan.<br />
<br />
Son olarak, Türkiye’de anketi yapanların ezici bir çoğunluğu (yüzde 80), gençlerin bilime ilgisinin gelecekteki refah için çok önemli olduğunu düşünüyor, ancak yüzde 66 oranında bilim derslerinin çekici olmadığını düşünüyor.<br />
<br />
Peki bütün bu sonuçlar neyi gösteriyor? Burda bardağı yarı dolu olarak da görmek mümkün, yarı boş olarak da. Yarı boş (hatta belki çoğunlukla boş) görmek istersek, bir yandan bilimsel eğitim düzeyimiz yerlerde sürünürken, öte yandan insanların çoğunluğu bilimin etkisinin inanca nazaran haddinden fazla olduğunu düşünüyor. Okullardaki bilim dersleri yetersiz, bilimsel haberleri takip edenler, bilimle ilgili etkinliklere katılanlar çok az. Kısacası toplum olarak bilimden kopuğuz.<br />
<br />
Ancak bir de madalyonun öbür yüzü var: o da toplumun ezici çoğunluğu bilimi genel olarak iyi bir şey olarak görüyor ve kalkınmak ve gelecekteki refah için bilime önem verilmesi gerektiğini düşünüyor. İnsanların çoğu bilim konusunda az bilgili olmalarına ve bunu hissetmelerine rağmen yine de bilimin gündelik hayatta nispeten önemli olduğunu düşünüyorlar, ve bilime karşı güven Avrupa'ya nazaran daha yüksek.<br />
<br />
Toplamda bilimin Türk toplumundaki yeri konusunda iyileştirilmesi gereken çok şey olduğu tartışılmaz bir gerçek. Öte yandan bu iyileştirmelerin yapılması ve toplumun bilimle bağlantıya geçirilmesi “kazan-kazan” (win-win) tarzı bir hareketle olabilir gibime geliyor. Yani batıda (özellikle de ABD’de) evrim ya da iklim değişikliği gibi konularda yaşanan kültür savaşları, eğer doğru bir strateji izlenirse, Türkiye’de yaşanmak zorunda değil bence. Bunun için Türk kamuoyunda bilime ve bilimadamlarına hala gösterilmekte olan saygı ve güveni korumak, beslemek ve de iyi değerlendirmek gerek. <br />
<br />
Bu noktada en anlamlı bulgulardan birisi kamuoyunda bilimadamlarının halka ulaşmak için yeterince çaba göstermedikleri kanısının yaygınlığı. Bu kanıyı değiştirmek biz bilimadamlarının elinde, ve görevimiz; hem desteğimizi eninde sonunda toplumdan aldığımız için, hem de toplumdan kopuk bir meslek olursak bize karşı iyi hisler beslenmesini bekleyemeyeceğimiz için. Benim kişisel gözlemlerim son zamanlarda bilimadamlarının giderek topluma ulaşmak için giderek daha çok çaba gösterdikleri yönünde. Bizim <a href="http://evrimianlamak.org/">evrimianlamak.org</a> gibi bilimi geniş kitlelere ulaştırmaya çalışan siteler, bilimadamları tarafından yazılan bloglar ve sayıları giderek artan halka açık sempozyumlar, toplantılar bu eğilimin yansımaları. Umuyorum bu gidişat artarak devam eder ve yakın zamanda bu çabaların meyvelerini Eurobarometer gibi araştırmalarda da görmeye başlarız.<br />
<br />
Bu arada kısa zaman önce Turkish Journal internet gazetesinde, Işıl Öz'ün benimle yaptığı bir <a href="http://www.turkishjournal.com/i.php?newsid=6260">röportaj</a> yayınlandı; okumadıysanız ilginizi çekebilir. Işıl Öz'ün evrim çalışkanı arkadaşlardan <a href="http://www.turkishjournal.com/i.php?newsid=6322">Uygar Polat</a> ve <a href="http://www.turkishjournal.com/i.php?newsid=6350">Duygu Özpolat</a> ile yaptığı güzel söyleşileri de tavsiye ederim.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-74207517334772735702009-12-16T06:21:00.000-08:002009-12-16T06:32:04.808-08:00Kopenhag ve Türkiye, devamKopenhag'daki iklim değişikliği zirvesinde Türkiye ne yapıyor, pozisyonu nedir diye merak edenlerin aradıkları bilgiye ulaşması pek kolay değil. Zira Türkiye zirveye bir heyet gönderdiyse de bu heyet pek etkin değil, bunun da sebebi Türkiye'nin çok da açık bir politikası olmaması.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAmky1gTWsHTGpxDQk304Fjuv3mXuzqKAwb1nu4_fnaZtYjOufDMZnqpofbx4Zg-Ggo_kIWgRmSutfB_tIHcHL233aALy3nPOSixcrjGmjsOkMMTbrNjjtyt8_XIiI44b88pB2IRpZW3I/s1600-h/190px-COP15_Logo.svg.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAmky1gTWsHTGpxDQk304Fjuv3mXuzqKAwb1nu4_fnaZtYjOufDMZnqpofbx4Zg-Ggo_kIWgRmSutfB_tIHcHL233aALy3nPOSixcrjGmjsOkMMTbrNjjtyt8_XIiI44b88pB2IRpZW3I/s200/190px-COP15_Logo.svg.png" /></a><br />
</div>Türk heyeti bugün Kopenhag'daki ilk etkinliğini gerçekleştirerek iklim değişikliğiyle ilgili stratejini açıklamak için bir toplantı <a href="http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=969545&Date=16.12.2009&CategoryID=85">düzenlemiş</a>. Belgenin kendisini okumadan çok da detaylı bir şey söylemek mümkün değil, ancak anlaşılan Türkiye emisyonarın azaltılması için enerji verimliliği yoluna ağırlık veriyor. Bina yalıtımı, toplu taşıma, atık geri dönüşümü gibi başlıklar öne çıkıyor. Aslına bakarsanız bu yaklaşım o kadar da kötü değil, zira kısa vadede ekonomik ve iklim hedeflerin birbiriyle örtüşebileceği alanlar bunlar, dolayısıyla iyi bir politikayla hem ekonomik gelişme hem de iyi bir emisyon azalımı gerçekleştirilebilir. Ama herşey izlenecek politikanın ve geliştirilecek programların detaylarına bağlı.<br />
<br />
Anladığım kadarıyla Türkiye'nin şu anki resmi "önerisi" emisyonlarını 2020'ye kadar yüzde 11 azaltması, ancak bu çoğu ülkenin açıkladığı belli bir yıldaki (mesela 1990) emisyonların miktarı değil, şu anda 2020 yılında olmasını öngördüğümüz emisyonların yüzde 11'i. 1990'dan bu yana emisyonların iki katına çıktığı düşünülürse, bu muhtemelen bizim emisyonların da artmaya devam edeceği anlamına geliyor. Türkiye'nin bu öneriye gösterdiği sebep OECD üyesi olmasına rağmen hala gelişmekte olan bir ülke olması ve emisyonlarının diğer OECD ülkelerinin altında olması. Anladığım kadarıyla Türkiye, daha fazlasını yapabilirse yapabileceğini, ancak bağlayıcı hedefler koyup da sonra cezaya maruz kalmak istemediğini belirtiyor.<br />
<br />
Buradaki varsayım emisyonları daha çok azaltmanın ekonomik gelişmeyi olumsuz etkileyeceği. Ancak bunun doğru olup olmadığı çok da açık değil. Bu toplantıda kesin bir karar çıkmasa da önümüzdeki bir kaç yıl içerisinde sera gazı emisyonları uluslararası ticaretde geçerli olan fiyatlara girmeye başlayacak. O noktada emisyonlarını azaltmış ülkeler yarışa önde başlamış olacak. Öte yandan zaman zaman gündeme gelen doğalgaz anlaşmalarının gösterdiği üzere, enerji Türkiye için pahalıya malolabiliyor. Dolayısıyla enerji verimliliğini artırmak kısa vadede ekonomi açısından da muhtemelen iyi olacak bir şey. Kısacası bence kısa vadede enerji verimliliğine yüklenen, kısa ve orta vadede ise yenilenebilir enerji kaynaklarını devreye sokacak bir strateji ekonomik açıdan da Türkiye'ye iyi gelebilir, hem de emisyonları azaltmamızı sağlar.<br />
<br />
Bağlayıcı emisyon hedeflerinin bu noktadaki rolü, ileride gerekli politika değişikliklerinin gerçekten yapılacağına dair güçlü bir sinyal olması; bu da ilgili sektörlerdeki aktörler kendilerini buna göre hazırlamasını sağlıyor. Enerji gibi hatırı sayılır yatırım gerektiren bir alanda büyük değişiklikler için bunun gibi güvenceler gerekli, "elimizden geldiği kadar yapacağız" genelde yeterli bir güvence değil.<br />
<br />
Burada bir uyarı: bunlar genel prensipler, elde pek rakam olmadığı için neyin nasıl sonuçlanacağını bilmek zor. Bu konuda yardımcı olabilecek bazı kaynaklar buldum, ama çok değil. Eğer sizin bildiğiniz bir kaynak varsa (özellikle işin ekonomisiyle ilgili) lütfen bizi mahrum bırakmayın.<br />
<br />
Son olarak, Kopenhag'daki gelişmeler ve Türkiye'nin konumuyla ilgili <a href="http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2009/12/iki-derecenin-golgesinde-kopenhag-iklim.html">şu adreste</a> işe yarar bilgiler var.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-11188261591530007032009-12-13T20:13:00.000-08:002009-12-13T21:17:34.474-08:00Kopenhag zirvesi devam ederken iklim değişikliği ve TürkiyeYine uzun bir ara verdik yazmaya, ama yakında gerçekleştireceğimiz bazı gelişmelerle bu ayıbımızı örteceğiz, diyerek ağzınıza bir parmak bal çalayım.<br /><br />Bizim basında neredeyse hiç yer bulamıyor, ama şu anda Danimarka, Kopenhag'da büyük bir küresel iklim değişikliği zirvesi devam etmekte. Türkiye'de iklim değişikliği pek gündemde olmamıştır hiç, şimdi de, hele karmaşık bir iç gündem varken, manşetlere taşınmaması şaşırtıcı değil. Bu iklim değişikliğinin bize etkisi az olacak, ya da bir noktada ciddi olarak bu konuda ne yapmamız gerektğini tartışmamız gerekmeyecek anlamına gelmiyor, ama hali hazırda daha tartışma olmadığı gibi, bütün dünyanın dikkatle izlediği uluslararası zirveyi de görmezden geliyoruz.<br /><br />O yüzden, Amerikan politikasıyla ilgili takip ettiğim bir blogda gördüğüm küresel bir <a href="http://www.gallup.com/poll/124595/Top-Emitting-Countries-Differ-Climate-Change-Threat.aspx#2">Gallup anketi</a> biraz şaşırttı beni. Gallup, çok basit iki soru sormuş, 128 ülkeden bir çok insana: 1) Küresel ısınma hakkında bilgi sahibi misiniz? 2) Küresel ısınmanın size kişisel olarak bir tehdit oluşturduğunu düşünüyor musunuz? Türkiye'de anket yapılanların yüzde 74'ü küresel ısınmadan haberdar olduklarını söylerken, yüzde 66'sı bunu kendisine "kişisel olarak ciddi bir tehdit" olarak görüyor. Buna iki yönden bakmak mümkün: bir, nüfusun yüzde 25'i küresel ısınma diye bir şey duymadığını söylüyor, ve bu da kötü bir şey. Ama yine de olayın ne kadar az gündemde olduğunu düşünürseniz o kadar da korkunç değil bence. Yine de, bilgilendirilecek çok insan var daha Türkiye'de. Öte yandan, küresel ısınmayı ciddi bir tehdit olarak görenlerin oranı cesaret verici, yine gündemdeki yeri göz önüne alınınca. Konu hakkında biraz bilgi sahibi olanların yüzde 89'u küresel ısınmanın ciddi bir tehdit olduğunu düşünüyor. Bu, örneğin Amerika'daki orandan (yüzde 97 haberdar, yüzde 63 ciddi tehdit olarak görüyor) çok daha iyi, ve de gelecekte iklim değişikliği konusunda bir şeyler yapılması için umut verici.<br /><br />Yine de burada bir paradoks var: bu kadar çok insan küresel ısınmanın ciddi bir tehlike olduğunu düşünüyorsa, neden gündemde hiç yer almıyor bu konu?<br /><br />Türkiye bu noktaya kadar iklim değişikliği konusunda pek de parlak bir sicile sahip değil: Kyoto Protokol'ünü daha bu sene onayladık (2012'de geçerliliği sona erecek). Daha kötüsü, protokolün emisyonlarını azaltmasını öngördüğü ülkeler listesinde olmamıza rağmen, biz sera gazı emisyonumuzu katlayarak artırdık (bkz. aşağıdaki grafik; zaten bir emisyon hedefi de koymamıştık). Bu konuda Türkiye yalnız değil elbet, hedef koyan ülkeler arasında da hedefini tutturamayacak olan çok. Hükümet bu konuda biraz hareketlendi son birkaç senede, bu ilerisi için bir değişimi getirebilir, ancak şimdilik yapılanlar çok da büyük bir fark yaratmışa benzemiyor. Bu da demek oluyor ki daha fazla önlem alınması gerekiyor.<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZ7Q-KImBJER74sALmts2zWy0lat0UVELfeKeVsHgEQ0GEaBXLB73DG2gL8YfrauSivOpvF0UOYjQETsWbq0tCiJSLNSPpLSdj9alD0bUh2wpLXt52bqiJJL2WsdNCf5QD-kakJpnbLCQ/s1600-h/turkeyEmissions.png"><img style="margin: 0px auto 10px; display: block; text-align: center; cursor: pointer; width: 320px; height: 194px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZ7Q-KImBJER74sALmts2zWy0lat0UVELfeKeVsHgEQ0GEaBXLB73DG2gL8YfrauSivOpvF0UOYjQETsWbq0tCiJSLNSPpLSdj9alD0bUh2wpLXt52bqiJJL2WsdNCf5QD-kakJpnbLCQ/s320/turkeyEmissions.png" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5414954565605612530" border="0" /></a><br />Kopenhag zirvesiyle ilgili biraz arkaplan bilgisi içeren, Cumhuriyet Bilim Teknik'den bir yazı <a href="http://www.arkitera.com/h47640-kopenhag-iklim-degisikligi-zirvesi-ve-turkiye.html">şurada</a> asılmış, okumanızı tavsiye ederim.<br /><br />(Grafik, Türkiye'nin 2007'de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi yükümlülükleri gereği hazırladığı ulusal rapora dayanarak oluşturulmuş; kaynağı <a href="http://www.eea.europa.eu/publications/eea_report_2007_5/Turkey.pdf">şurada</a>. GHG: Greenhouse gases, yani sera gazları demek. Şekilde, 1990 senesindeki emisyon 100 kabul edilerek, o zamandan 2007'ye kadar olan değişiklik gösterilmiş.)Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-29713906651735769142009-07-21T13:47:00.000-07:002010-03-18T21:44:49.142-07:00Einstein curutulmus ?!?!?!<span class="Apple-style-span" style="font-family: Helvetica; font-size: medium;"></span><br />
<div>Bu blog'un fizikcilerinden biri olarak ben de konuyla ilgili dusuncelerimi paylasmak istiyorum. Konu bir deneyden elde edilen sonuclarin medya araciligi ile aciklanmasi uzerine. Ilk bakista bircok kisi icin neden bu konuya degindigimiz sacma olabilir. Dunyada bircok ornegi olan birsey bu diye dusunenler olmustur ve haklilar. Ornegin, bu sene icinde veya onumuzdeki senenin ilk aylari tekrar calistirmasi beklenen LHC'yi dusunelim. Bu deneyde bilmeyenler icin Higgs bosonun ve supersimetrinin varligi arastirilacagi gibi madde/anti-madde asimetrisi de anlasilmaya calisilacak (bunlarin disinda daha teknik sorular tabiki var cevaplari bekleyen). Ilk aranan Higgs bosonu. Bulunmasi veya bulunmamasi durumunda eminim ki CERN bir basin toplantisi yapip bunu dunyaya aciklayacaktir. Ayni zaman da hakemli dergilerde birden fazla yayin yapilacagindan hic kuskum yok. O zaman biz neden blogumuzda rahatsizlik yasiyoruz. Cevabi cok basit: olayin sunulus sekli: <i>"Einstein curutuldu!"</i> <b>HAYIR, curutulmedi..</b>. Cok acik ve net soyluyorum curutulmedi! Bununla ilgili daha detayli asagida kendi dusuncelerimi paylasmaya calisacagim. </div><div></div><div>Eger Higgs bosonu bulunursa, Standard model'in teorisyenler tarafindan ortaya atilan bir mekanizmasinin doganin bir parcasi oldugunu anlamis olacagiz. Diyelim ki bulunamadi (LHC'nin en onemli ozelliklerinden biri Higgs'i su an kalan butun enerji seviyelerinde arayacak olmasi). O zaman kimse beklemesin herhangi ciddi bir bilimsel dergide veya gazetede su basliga benzer bir baslik: "Standard model oldu!" veya "Verilen Nobeller geri alinsin" veya "Ustad yanilmis, Higgs curudu!" (Bu arada Higgs mekanizmasini ortaya atan sadece Higgs degil, bu bircok bilim adaminin yogun madde fiziginde aslinda kullandigi bir mekanizma, Higgs diye anilmasi tarihi sebeplerden). Problem iste bu yapilan (sadece) bir deneyle hemen 100 yillik teorinin curutuldugunun iddia edilmesi. Ki soru su, Einstein ozel ve genel gorelilik kuramlarini ortaya attigi zaman Newton curutuldu mu ? Ya da Bohr, Heisenberg, Schrodinger, Dirac ve adini saymadigim bir cok cok degerli fizikci quantum mekanigini yazdiklari zaman Newton mekaniginin sonu mu geldi? Cevap HAYIR! Butun teorilerin belli bir uygulama alani vardir ve bu sinirlar icinde dogru cevaplar verirler. Einstein gosterdi ki eger cisimler isik hizina yakin hareket ederse Newton mekanigi artik yanlis cevaplar vermeye baslayacak, benzer sekilde Schrodinger gosterdi ki elektron gibi temel paraciklar icin F=ma yerine kendi adiyla anilan Schrodinger dalga denklemi kullanilmasi dogru olacak. Adi bu blogda su ana kadar gecmeyen quantum alanlar teorisi, hem ozel goreliligi hem quantum mekanigini icine aliyor, Standard model de bir alanlar teorisi, peki bu teori eksiksiz mi, hayir, cok kucuk mesefeleri (Planck uzunluguna yakin uzunluklari) incelemek istedigimiz zaman biliyoruz ki bir yer gelecek ki yercekiminin quantum teorisine ihtiyac duyacagiz. Kisacasi inceledigimiz fizige gore kullanmamiz gereken fizik kuramlari degisiyor, gectikleri yerin disinda verdikleri cevaplar yanlis diye bu teorilere yanlis demek yanlis. Bu sekilde sunulus sekli sonuclarin bir de sunu merak ettirdi bana: Acaba Einstein veya Bohr cikip basin toplantisi yaptilar mi, <i>"Biz Newton'i curuttuk!"</i> diye. Hic sanmiyorum, nerdeyse olay yuz yil once oldugu halde.<br />
</div>Einstein curutulmedi dedim. Kimse yanlis anlamasin, eksikleri olamaz, degistirilmesi gerekmez demiyorum. Zaten biliyoruz ki gorelilik teorisi aslinda fiziklerin efektif teori dedikleri bir teori, yani altinda yuksek enerjilerde gecerli olan baska bir teori var, ne oldugunu da bir cok bilim adami bulmaya calisiyor. String teori ya da bazilarina gore loop quantum gravity denen bir teori genel goreliligin arkasindaki teori olabilir (ya da ikisi de degil su ana kadar aklimiza gelmeyen cok daha ilginc bir teori). Zaman gosterecek... Peki neden bu kadar sert bir sekilde curutuldugu iddiasina karsiyim. Cok basit: zamaninda yapilmis bir deney var, teoriye uygun cevaplar veriyor, sonra bu deney tekrarlaniyor farkli sonuclar bulunuyor, hemen sonuc, "<b>Einstein curutuldu"</b>. Ne malum ikinci deneyin yanlis olmadigi? Birincisi icin hemen yafta yapistiriliyor, onlar yanlis olctu diye. Ilginc degil mi? Bilmeyenler icin gunumuzden, 2009 yazindan bir ornek verelim. Uc adet birbirinin benzeri buyuklukleri olcen deney yapildi: ATIC, PAMELA ve MILAGRO. ATIC ve PAMELA farkli sonuclar verdi, ama bazilari bu iki deneyin aslinda dikkatli incelenirse ayni sonucu verdigine inaniyor. Ama son aciklanan MILAGRO sonuclari ATIC ile kesinlikle celisiyor, PAMELA'nin sonuclarina daha yakin. Bircok kisi bilinmeyen yeni bir fizik teorisinin bu gozlemlerin arkasinda oldugunu dusunerek modeller yaziyorlar. Bu arada bazi fizikciler aslinda bu uc deneyin de yeni fizik habercisi degil ama bazi seylerin hesaba katilmadigini iddia ediyor ve kendilerince aciklama getiriyor. Bu uc deneyin de arkasinda onlarca belki de yuzlerce doktorali bilim adami var. <i>Ama kimse de cikip onu bunu curuttugunu iddia etmiyor aninda.</i> Demege calistigim, deneye takilan, makaleyi yazan kisi sayisina veya sadece bir deneyin sonucuna gore bircok testi cok basarili bir sekilde gecmis bir teoriyi curuttugunu iddia etmek cok buyuk bir hata. Gunun birinde baska gruplar da benzer sonuclar bulur, bilim adamlari tartisir hatalar veya eksikler bulunur duzeltilir. Hatta yerine yenisi de yazilir teorinin. Buna akli basinda kim karsi cikar? Zaten bilim bu sekilde ilerlemiyor mu? Bu arada bilim kabul edersiniz ki demokratik degil, sonuclar bilim adami sayisina gore degil, doganin ta kendisine gore yanlis veya dogru oluyor!<br />
<br />
Bu blogda yazilan elestirlere verilen cevap ise bence hayli ilginc. Eger bir bilim adami yuz yillik teoriyi curuttum diyorsa o zaman kendisine "deli" denmesine bile hazirlikli olmali (Altini cizmek istiyorum, kesinlikle direk ve dolayli olarak bunu soylemiyorum. Aklimdaki ornek Lubos Motl ve Peter Woit arasinda string teori ile ilgili gecen 2-3 yillik blog tartismasi, hatta savasi, ilgilenenler gidip bakabilirler tartisma hangi boyutlara kayabiliyor, biz kesinlikle buna karsiyiz zaten elestirecegimiz nokta da bu). Bircok ornegi var <i>"deli"</i> sayilan, dislanan bilim adamlarinin sonunda tarihe gectigi ve onlara "deli" diyenlerin kimse tarafinda hatirlanmadigi ile ilgili olarak. Eger cidden aciklanan sonuca guven duyuyorsa bilim adami, elestiriye de acik olmali, rahatsiz olmamali, "sen sunu bunu bilmiyorsun" diye elestireni ezmeye calismamali kanimca. Ozellikle bu durumda yaziyi yazan Erol da bir fizikci, bilmeyenlere duyuruyorum! Erol'un yazisinda sahsa yonelik hic bir elestiri yok, sadece sonuclarin aciklama sekliyle ilgili elestiri var. "Sayin Akcay" diye baslayan cevap, sona dogru dalga gecme boyutuna geliyor. Erol "zar atarak" falan yazi yazmiyor, elestirilmek herkesin hosunu gitmez, ama bu bile "sen olme e mi" gibi alayci bir uslup kullanma hakkini kesinlikle kimseye vermiyor. Yakismiyor...<br />
<br />
Yorumumu fizikci olmayanlar icin biraz bunaltici bir sekilde bitiriyorum ama genel gorelilik yerine kanulmaya calisilan teoriyle ilgili teknik sorularim var:<br />
<div>-Hamilton veya Lagrange tanimlari nedir yeni teorinin, sistemin dinamigini nasil belirleniyor ?<br />
-Hamiltonian veya Lagrangian olmadan nasil quantum teorisi nasil yaziliyor?<br />
-Local korunma kanunlari hangi simetrilerin sonucu ortaya cikiyor? Noether teorimini kullanarak bu koruma yasalarini cikartabiliyor olmamiz lazim.<br />
-Teorinin arkasinda hangi temel presipler var?<br />
-Kara delik var mi yeni teoride? Varsa information paradox'u aciklanabiliyor mu?<br />
-Kara delikler icin entropi event horizon'in alaniyla bagli, hala gecerli bu baglanti?<br />
-Dark energy veya dark matter ile ilgili ne soyluyor yeni teori?<br />
-Yercekimsel dalgalar var mi yeni teoride, yoksa neden NASA LISA icin bosuna mi para harciyor?<br />
-Yercekimi olan bir yerde parcaciklarin quantum statelerini tanimlamak mumkun mu yeni teoride?<br />
-Buyuk patlamadan sonra evrenin gelisimi ile ilgili model nedir? Kozmik alan isimasini aciklayabiliyor mu yeni teori?<br />
-AdS/CFT hesaplarinda genel gorelilik her zaman kullaniliyor? Bu hesaplar yanlis mi bu yeni teoriye gore ?</div><div></div><div><div></div><div><i>Not: Yazimda Turkce karakter kullanmadigim icin umarim kimse kusuruma bakmaz.</i></div></div>Canhttp://www.blogger.com/profile/08404625766069662628noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-59042385293510274232009-07-16T18:21:00.000-07:002009-07-16T18:37:45.761-07:00Küçülen koyunların sırrıVakit darlığı ve seyahat halinde olmaktan fırsat olmadı bir türlü yazmaya, ama es geçmek olmazdı, en azından bir link vereyim dedim. İki hafta önce, Dr. Arpat Özgül'ün doktora sonrası araştırmaları kapsamında hazırladığı bir makalesi Science'da çıktı. İskoçya'daki ufak bir adada yaşayan vahşi Soay koyunlarının küçülmesinin nedenlerini ortaya koyan veriler, doğal seçilim ve iklim değişikliğinin etkilerine dair önemli şeyler öğretiyorlar bize. Uzun vadede klasikler arasına girebilecek bu makale için Arpat'a tebrikler! Makale ve Arpat'ın bulguları hakkında daha ayrıntılı bilgi isteyenlere, <a href="http://evrimcaliskanlari.org/blog/2009/07/kuculen-koyunlar/">Evrim Çalışkanları'ndaki</a> güzel hazırlanmış yazıyı şiddetle tavsiye ederim.<br /><br />(Bu arada bu haftaki Cumhuriyet Bilim Teknik'te de Arpat'la yapılan bir söyleşi yayınlandı.)Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-55029247826269885982009-07-01T03:40:00.001-07:002009-07-02T09:39:53.213-07:00Einstein'ı çürütmek -- IIEfendim, blogumuz uzun bir süredir durgun, biliyorsunuz. Ancak görünen o ki, bazı "eski" yazılarımız (internet zamanında) sonradan keşfediliyorlar. Bir süre önce bir Türk fizikçisinin Einstein'in görelilik kuramını "çürütmesi" ve bunu basın açıklamasıyla dünya kamuoyuna sunması konusunda yazdığım <a href="http://muspetilimler.blogspot.com/2008/12/yar-bana-bir-eglence-medet-ya-da.html">yazı</a> da öyle oldu.<br /><br />Yazı ilk yayınlandığında bir kaç yorum almıştı. Çoğu yorum "ben de anlamadım bu işin aslını," diyordu. Birkaç hafta önce ise yazı belli ki söz konusu fizikçi Sayın Prof. Dr. Tolga Yarman'a daha yakın çevrelere ve sonunda da hocamızın kendisine ulaşmış. Hocamız da sağolsunlar nacizane blogumuza birkaç satır yorum yazmaktan gocunmamış, dahası üşenmeden neredeyse cümle cümle yanıt vermiş. Ben biraz daha genel olarak devam edeceğim, kusura kalınmaz ise.<br /><div style="text-align: left;"><br /></div>Öncelikle hocamız kendisi ve üniversitesi hakkında yazdıklarımın üslubundan alınmış sanırım. Ben de yazıyı tekrar okuyunca bazı sert kaçan ifadeler gördüm; bugün yazsaydım başka türlü yazardım herhalde. Gerçi blog gibi dinamik bir ortamda bunlar olabilecek şeyler, ama yine de, fazla ileri gittiysek <a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhF9kOhGCVesadaPP37cBJ9Okd0WMbdStHOUgLWSzX7kGQh288_6F6glowJoxvUO0q_dw5m60rqpBwAASUBr1N144WgsXyt1CvN4d5AlasXWVqyjvkf92Xcj35YmA1sunYWExMmkg-3_rE/s1600-h/yarman.jpg"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer; width: 204px; height: 155px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhF9kOhGCVesadaPP37cBJ9Okd0WMbdStHOUgLWSzX7kGQh288_6F6glowJoxvUO0q_dw5m60rqpBwAASUBr1N144WgsXyt1CvN4d5AlasXWVqyjvkf92Xcj35YmA1sunYWExMmkg-3_rE/s320/yarman.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5353618572577675314" border="0" /></a>affola. Öte yandan, sayın Yarman'ın yazdıkları, konu hakkındaki fikrimi pek değiştirmedi maalesef.<br /><br />Bu basın açıklaması olayında bana esas ters gelen şey yöntemle ilgili idi: hakemli bir dergide yayınlanmak üzere daha gönderilmemiş bir deneyin sonuçlarını basın açıklamasıyla, hem de sansasyonel olarak ("Einstein'i çürütmek" gibi sözlerle) duyurmak, kabul edilen bilimsel normların dışında ve "reklam kokan" bir hareket. Bu akran denetimi geleneğinin (peer review), tıpkı demokrasi gibi, eksikleri var (özellikle bunun gibi tartışmalı konularda) ama buna rağmen elimizdeki en iyi yöntem. Basın açıklamalarıyla yeri tutulabilecek bir şey değil. Sayın Yarman'ın yorumunda belirttiği gibi basın açıklamasını tek başına değil, çalışma ortaklarıyla yapmış olması da durumu kurtarmaya yetmez, mesele Yarman'a kişisel olarak güvenmememiz değil, sonuçların ne de anlatılış şeklinin bağımsız bir denetimden geçmemiş olması.<br /><br />Sayın Yarman bir çok link vermiş yorumlarında, bilimsel makalelerine örnek olarak (gerçi linklerden bazıları çalışmıyor), bunların arasında bahsi geçen deneyin yayınlandığı <a href="http://dx.doi.org/10.1088/0031-8949/79/06/065007">makale</a> de var. Öncelikle kendisini ve çalışma arkadaşlarını bu yeni yayınlanan <a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgEmqB2NlugYqquQHWTpnD2q5KoXUO9QxzfvjptDZ_VvBjuW5RJplfil5Cy7crj9STG_XjWn2wdk122Eke6EnixqLjGrOJK672A499oTnTUOSpGHvgpU1ykE1-yjk7aMjLSJb18KfjLyS4/s1600-h/050405_einstein_tongue.widec.jpg"><img style="margin: 0pt 0pt 10px 10px; float: right; cursor: pointer; width: 163px; height: 202px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgEmqB2NlugYqquQHWTpnD2q5KoXUO9QxzfvjptDZ_VvBjuW5RJplfil5Cy7crj9STG_XjWn2wdk122Eke6EnixqLjGrOJK672A499oTnTUOSpGHvgpU1ykE1-yjk7aMjLSJb18KfjLyS4/s320/050405_einstein_tongue.widec.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5353619897923591458" border="0" /></a>makaleleri için tebrik ederim. Ama bunun yayınlanması yöntem ile ilgili dediklerimde bir değişiklik yaratmıyor, zira makale ben yazıyı yazdıktan sonra, Ocak 2009'da dergiye gönderilmiş. Benim dediğim ise (40. baskı), insanların bloglarında hakkında ileri geri konuşacağı basın toplantıları düzenlemeden önce bu sonuçları hakemli dergide yayınlamak gerektiği. Hayır, sonuçlar dünyaya yaklaşan bir göktaşının yörüngesi ya da domuz gribinin DNA sekansı ile ilgili olsa anlardık, ama sanırım bu teorinin o kadar da aciliyeti yok. (Gereksiz bilgi: domuz gribinin sekansı elde edildiği gibi açıklanmasına rağmen, hiç vakit geçirmeden, bir kaç hafta sonra Nature'da da yayınlandı.)<br /><br />Bir de tabi yapılan araştırmanın gerçekten Einstein'ı çürütüp çürütmediği meselesi var. Çok uzatmadan söylemek gerekirse deney, 1963 yılında yapılmış, genel göreliliğin öngördüğü zaman yavaşlamasını ölçen başka bir deneyi (biraz değiştirerek) tekrarlıyor, ve orijinal sonuçlardan farklı sonuçlara varıyor. Bunun önemi, ilk deneydeki sonuçların genel göreliliğin dayalı olduğu yerçekimiyle ivmeli hareketin birbiriyle eşdeğer olması ilkesinden yapılabilecek öngörüyle örtüşmesi, yeni sonuçların ise örtüşmemesi*. Yeni bulgu genel göreliliğin öngördüğünden daha fazla yavaşlama olduğunu gösteriyor, ki bu üstüne gidilmesi gereken ilginç bir bulgu olabilir. Ancak bu bulgu genel göreliliği çürütüyor demek için çok erken, zira genel görelilik (ve zamanın yavaşlamasıyla ilgili öngörüleri) başka bir çok gözlem tarafından destekleniyor, başka bir çok problem için hesaplamalarda başarılı olarak kullanılıyor**. Bu deneyde sonuçların farklı çıkması ilginç, ama bu deney sonunda "Türk bilimadamı Einstein'i çürüttü" demek, bence en iyi ihtimalle abartma.<br /><br />Bütün bunlar bir yana, bu makale esas sorunumu tam çözmüyor da. Yazarlar makalenin sonunda sonuçlarının klasik görelilikle çeliştiğini ama Yarman'ın teorisine daha yakın olduğunu söylüyorlar, ama ne teori var ortada, ne de en azından kabaca bir paragrafda o teorinin ne farkı olduğundan bahsedilmiş. Sayfalarca teoriden bahsetmek zorunda değiller elbette, makale bir deney makalesi sonuçta. Ama başa dönersek, basın toplantısının konusu, bir Türk bilimadamının kuramının Einstein'ınkini altetmesi. Şu halde elimizde olan ise, anormal gözüken bir deneysel sonuç, ve tam olarak ne yaptığını bilmediğimiz bir teori -- yalnızca bu deneyleri motive ettiği ifadesiyle Yarman'ın 2005 ve 2007 senelerinde Rusya'da yapılan iki konferansta sunduğu bildirilere atıf yapılmış. Teknik olarak bunlar yayınlanmış sayılabilir, ama bu kadar önemli olduğu söylenen bir teorik gelişmenin, ve Yarman'ın teorisinin neyi öngördüğünün en azından internetten erişilebilir bir dergide yayınlanması iyi olurdu.<br /><br />Lafı daha fazla uzatmanın gereği yok. Kişisel olarak tartışmalı işlere el atan, anaakım düşüncesine karşı çıkanlara sempatim büyük. Ben de kendi çapımda böyle birşey yapmaya çalışıyorum (hatırlatın da bir ara anlatayım ne yaptığımı). Bilimsel yayın işinde ne kadar haksızlık ve politika, çıkar vs. olduğunu ilk elden defalarca gördüm. Ama bunları bahane edip sansasyonel basın toplantılarına girişmek arabayı atın önüne koymak demek. Hele bizim ülkemiz gibi bilim okur-yazarlığının yerlerde süründüğü, gazetelerde bilim haberciliğinin acınası durumda olduğu yerlerde, en hafif tabirle, büyük sorumsuzluk. Bütün bu basın toplantıları ve fantastik iddialar, en sonunda bilimin toplum nezdinde karikatürleşmesine ve mesleğin itibarının azalmasına yol açacaktır. Benim tepkim de bunadır.<br /><br /><br />*Merak edenler için ilk deneyi yapan Walter Kündig'in makalesi <a href="http://dx.doi.org/10.1103/PhysRev.129.2371">burada</a>. Deneyin ana fikri, zamanın yavaşlamasını, dönen bir platform üstüne yerleştirilmiş bir gama ışını kaynağının frekansındaki değişimi gözlemleyerek ölçmek. Yeni deneyi yapan, aralarında Yarman'ın da bulunduğu ekip, başka bir makalede aslında bu ilk deneyde de verilerin işlenmesinde bazı hataların yapıldığını ve onun sonuçlarının da genel göreliliği desteklemediğini iddia ediyor.<br /><br />** Merak ettim, bu ne kadar önemli bir deneydi diye, genel göreliliği destekleyen, bahsi geçen 1963 makalesine SCI'de yalnızca 45 atıf yapılmış. Yani bu makale bu tarz işleri yapanlar arasında az çok bilinen, ama genel göreliliğin en önemli kanıtlarından biri olmaktan çok uzak bir deney.<br /><br />Başka bir not: Yarman'ın şu anda sitede bulunan yorumlarının altında yaklaşık aynı uzunlukta, İngilizce bir kaç yorumu da vardı. Ancak bu yorumlar hem İngilizce oldukları, hem de bizimle alakası olmayan, başka bir blogdaki eleştirilere yanıt verdikleri için onları sildim. Aynı yorumlar, söz konusu diğer blogda <a href="http://marxistsinspace.blogspot.com/2009/05/intoduction-to-tolga-yarman.html">mevcut</a>, ilgilenenlere bakmalarını tavsiye ederim. Ayrıca Tolga Yarman'ın yorumlarından yalnızca birkaç dakika sonra (ne büyük bir tesadüf), bizim için bir ilk daha gerçekleşti; blog sahibi olmanın insan egosu üstündeki etkilerine dair bir mani içeren bir yorum geldi. Anatomik referansları nedeniyle maalesef onu da silmek zorunda kaldık. Kullanıcı adı Oz. olan kişinin alınmayacağını umuyoruz.<br /><br />Son not: Sayın Yarman'ı "Wikipedia sorumluları" tarafından hazırlanan sayfası için de kutlarız. Büyük düşünür Dr. <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Stephen_Colbert_%28character%29#Characteristics">Stephen Colbert</a>'in bize öğrettiği üzere, Wikipedia'da yazıyorsa, doğru demektir, biz birşey diyemeyiz.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-25162052863995786342009-05-12T16:13:00.000-07:002009-05-13T18:24:40.935-07:00Gerçekler mi, kim takar gerçekleri?Uzun süren sessizlikten dolayı özür dilerim -- oldukça yoğun bir dönemdi, hala da öyle.<br /><br />Ancak internette gördüğüm iki yazı nedeniyle duramadım, bir iki laf etmem gerekecek. Birincisi bir blog yazısı: <a href="http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=179303">Yazıda</a> 1999 Marmara Deprem'inin Amerika ve İsrail'in geliştirdiği yeni bir teknolojinin denemesi sonucunda oluştuğu iddia ediliyor. Bu normalde gördüğünüz "İsrail'liler sadece müslüman DNA'sına etki eden mutasyon geliştirdi" haberlerinden biraz daha sofistike. Teknoloji deprem yaratıp yıkmak için değil de fay hattında biriken gerilimi kontrollü boşaltıp depremi önlemek için geliştirilmiş. Ama çok gizli nedense, ve insan hayatının ucuz olduğu Türkiye'de denenmiş. O gün Gölcük'teki İsrail heyeti de ondan ordaymış hatta (İsrail'liler gerçekten var mıydı o gün Gölcük'te bilmiyorum). Ama gelin görün ki deney umulduğu gibi gitmemiş, insanlar ölmüş.<br /><br />Bu hikaye öylesine, zararsız ve sentimental bir tuhaflık olarak görülebilirdi. Ama işin aslı öyle değil. Zira bütün bu hikayeler hedef şaşırtmaca: Türkiye'nin aktif fay hatları üstünde olduğu bilinmesine ve 30-40 senede bir olan büyük depremlere rağmen (herhalde 1855 Bursa <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/1855_Bursa_earthquake">depremlerini</a> de İsrail'lilerin elektromagnetik dalgaları yaratmadı) binaların yapısal eksikliklerinden, deprem yönetmeliklerinin uygulanmamasından, afet planlaması yapılmamasından bahsedilmemesi için ortaya atılan hikayeler bunlar. Yazının bir yerinde Avrupa'daki ekiplerin çabucak mobilize olurken Türkiye'de kargaşa yaşanmasının bunun planlı bir deprem olduğunun kanıtı olarak bahsedilmesi trajik ironinin tepe noktası.<br /><br />Hadi bunu yazan ne idüğü belirsiz, politik amaçları olan birisi, bloguna post eden de bu işten anlamayan saf bir vatandaşımız. Türkiye'nin en kaliteli gazetelerinden olma iddiası taşıyan Radikal'de çıkan şu saçmalığa ne demeli?<br /><br />"'Domuz gribi'ne ilişkin inanılmaz iddia"<br /><br />Diyor ki Radikal'in "haberi" (neden tırnak içine aldığımı anlayacaksınız): Avustralya'dan tanınmış virüs araştırmacısı Adrian Gibbs, domuz gribi virüsünün insan yapımı olduğunu iddia etti. (İsrail'liler burda muhtemelen yakayı sıyırıyorlar, zira domuz kosher değil.) Haber, ana sayfada "Virüs yoksa biyoloji silah mı?" alt başlığıyla verilmiş. Sorun şu ki, gerçekte kimse virüsün biyolojik silah olduğunu iddia etmiyor. Gibbs'in (ki kendisi gerçekten tanınmış ve saygıdeğer bir virüs araştırmacısı) hipotezi, bu virüslerin aşı geliştiren lablardan birinden hata sonucu (örneğin biyolojik atıkların uygun bir şekilde işlenmemesi) domuzlara geçmiş olabileceği yönünde. Bunu destekleyen veriler de oldukça dolaylı (bu virüsün iki farklı virüs soyunun melezi gibi gözükmesi ve domuzlardaki diğer virüslerden daha hızlı mutasyona uğramış olması gibi). Her halikarda ne olup bittiğini anlamak için çok daha fazla DNA sekansının karşılaştırılması gerek. Gibbs'in kendisi de bu olayda art niyet olmadığını düşündüğünü, muhtemelen bu virüslerle çalışan bir laboratuvarda şans eseri iki virüsün bir araya geldiğini söylüyor.<br /><br />(Burda da bir ironi var; bu sefer daha komik: o da bizde ve dünyadaki onca telaşa rağmen, domuz gribi pek de öldürücü bir virüs çıkmadı; her sene dünya da onbinlerce kişiyi --çoğu çocuk ve yaşlı-- öldüren normal gripten pek bir farkı yok. Yani silah olsaydı herhalde havalı tabanca y da su tabancasıyla eşdeğer bir silah olabilirdi.)<br /><br />Peki o zaman Radikal neresinden uyduruyor biyolojik silah meselesini? Radikal'in bilim muhabiri (ya da bilimden az çok anlayan herhangi bir editoryal kadrosu--Sayın Berkan kusura bakmasın) olmadığı gibi, böyle işleri haber yapabilecek bir dış muhabiri de yok. Dolayısıyla bu haber de Bloomberg haber ajansında çıkan daha geniş bir haberin kısaltılmış, basitleştirilmiş ve çarpıtılmış versiyonu. Orijinal haberin linki <a href="http://www.bloomberg.com/apps/news?pid=20601087&sid=afrdATVXPEAk&refer=worldwide">şurada</a>. Ama Türk halkının detaylı ve doğru bilgiye değil "aman Tanrım, insanlık nereye gidiyor" şeklinde sansasyonlara layık olduğunu düşünen Radikal yazarları ve editörleri, hikayenin kafalarına esen tarafını alıp gerisini de malum anatomik bölgeden uydurmakta sakınca görmemişler.<br /><br />Radikal'e diyoruz: gerçekten de "<a href="http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=922426&Yazar=%DDSMET%20BERKAN&Date=19.02.2009&CategoryID=97">Daha mükemmel olmalısınız</a>".Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-68627954440225930132009-03-24T12:08:00.000-07:002009-03-24T12:10:19.942-07:00Darwin ırkçı mıydı...... konusunda Evrim Çalışkanları blogunda iki satır yazıverdim, buyrun <a href="http://evrimcaliskanlari.org/blog/2009/03/darwin-turk-dusmani-ya-da-irkci-miydi/">buradan</a>.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3666951937510947286.post-17027011430810644512009-03-17T00:20:00.001-07:002010-03-15T11:12:17.860-07:00Akyol'lar Darwinizm'e karşı(Bu yazıyı, Tübitak'taki Darwin skandalı patladığında yazmış, asmış, sonra da bazı düzeltmeler yapmak için çekmiştim; sonra da düzeltmeleri yapmadan bırakmışım. Kısmet bir sene sonrasınaymış. Bu arada Tübitak'daki vaka ile ilgili pek bir gelişme olmadığını da belirtelim -- olayla ilgili bir soruşturma, araştırma olmadı. Editör Çiğdem Atakuman önce görevine iade edildi, sonra daha tekrar görevden alındı sessizce. Bilim ve Teknik, Haziran sayısında Evrim kapağıyla çıktı...)<br />
<br />
Bugünkü konuklarımız, baba-oğul Taha ve Mustafa Akyol'lar. Hemen belirteyim, bu iki beyefendiyi, bozuk plak gibi "DNA'nın şans eseri oluşması ihtimali trilyonda bilmemkaçtır"da takılmış yaratılışçı arkadaşlara her zaman tercih ederim. Keşke bütün yaratılış savunucuları onlar gibi olsa. Akyol'lar profesyonel yazar olmanın hakkını vererek, Türkçe'yi iyi kullanan, ve temelde ne dediği anlaşılan yazılar yazıyorlar. Darwin konusundaki tartışmalara hoşgörü mesajları ile başlamalarını da gerçekten takdir ediyorum. Ama yazılarının geri kalanında savundukları görüşlere katılmak mümkün değil.<br />
<br />
Taha Akyol, Milliyet'teki köşesinde Darwin konusunu iki kere ele aldı: <a href="http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&Date=12.03.2009&ArticleID=1069864&AuthorID=62&b=Darwin%20tartismasi&a=Taha%20Akyol">burada</a> ve <a href="http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&Date=12.03.2009&ArticleID=1071521&AuthorID=62&b=Ateist%20dostumun%20mektubu&a=Taha%20Akyol&ver=46">şurada</a>. Birincisinde Darwin'in sansürlenmesine karşı olduğunu belirttikten sonra (yürekten bir bravo!) Darwin'in bilim değil metafizik olduğunu bombasını sakince odanın ortasına atıveriyor. Bomba diyorum, zira yüz elli senedir hayatlarını Darwin'in teorisini deneyler ve gözlemlerle test etmeye adamış binlerce bilimadamı bu haberi alınca, aralarından ölmüş olanları şüphesiz ki öte dünya'da Darwin'in yakasına yapışacak, ölmemişleri de zaten kalp krizi ve depresyondan kısa zamanda bunların arasında katılacaktır. Zira metafizik dediğiniz şey genelde rahat koltuklarında oturup piposunu tüttüren entellektüellerin aralarında dönen tartışmaların konusudur, metafizik yapmak için kalkıp tropik yağmur ormanlarında günlerce kuş ya da böcek peşinde koşmanız (Wallace), ya da Afrika'da HIV virüsünün insanlara nasıl geçtiğini araştırırken sıtmaya yakalanıp hayatınızı kaybetmeniz (W. D. Hamilton) gerekmez.<br />
<br />
Bakın Taha Akyol bu önemli buluşunu nasıl kanıtlıyor:<br />
<blockquote>Bilim felsefecisi Popper’e göre, Darwinizm “bilimsel” değildir, “metafizik”tir! Çünkü bilimsel metotlarla ‘sınamak’ imkânı yoktur; ne aritmetiğe başvurabilirsiniz ne de deney ve gözleme... Hatta Popper, Toplum Bilimlerinde Öndeyi ve Kehanet adlı ünlü akademik konferansında “Evrim yasası diye bir şey yoktur, yalnızca bitkilerin ve hayvanların değiştiğine, daha doğrusu, değişmiş olduğuna ilişkin tarihsel veriler vardır” diye vurgulamıştır.</blockquote>Karl Popper "Darwinizm bilim değildir," demiş. Eh, Popper "bilim felsefesi" demek olduğuna göre (yanlışlanabilirlik prensibiyle anılır kendisi), demek ki hakkikatten Darwinizm bilim değilmiş.<br />
<br />
Tabi burada üç sorun var:<br />
<br />
Birincisi, Popper da bir insan, ve o da hata yapabilir. Her halikarda, kimin dediğinden bağımsız olarak, Darwinizm'in gözleme dayalı olarak sınanamadığının iddia edilmesi bir hata: doğal seçilim, Darwin kitabını bastığı anda zaten deneyler ve gözlemlerle iyi sınanmış bir teoriydi. 1839'dan 1859'a kadar geçen sürede Darwin şirket kurup yumurta satmadı -- fikirlerini test etmekle ve kanıt toplamakla meşguldü. son 150 senedir de sınama işi devam etmekte, ve Darwin'in dediklerinin bir kısmı yanlış çıksa da (mesela kalıtım teorisinin çöpü boylaması çok uzun sürmedi), ve doğal seçilim dışında başka evrimsel süreçlerin varlığını öğrenmiş olsak da (örneğin genetik sürüklenme), Darwin'in temelini attığı kuram sınamalardan başarıyla geçti. Daha başarıyla geçip geçmediği belli olmayan alanlar da var, örneğin eşeysel seçilim, o konularda da tartışma, model geliştirme ve sınama devam ediyor (nacizane yazarınız da bu işe bulaşmış durumda).<br />
<br />
İkincisi, Taha Bey, Popper'ın "gençlik hali"ne dayandırıyor argümanını: 1978'da Popper'ın kendisi evrim teorisinin metafiziksel bir program olduğu yolundaki görüşlerinin hatalı olduğunu <a href="http://www.talkorigins.org/indexcc/CA/CA211_1.html">belirtti</a> (Popper'in 1978'de yaptığı konuşmasının tam metnine <a href="http://www3.interscience.wiley.com/journal/120059156/abstract">şuradan</a> (abonelik gerekebilir) erişebilirsiniz).<br />
<br />
Üçüncüsü de, Popper'in neyin bilim olup neyin olmadığını söylediklerinin yanlışlanabilir olup olmadığına göre ayırma yöntemi bilim felsefecileri tarafından uzun zaman önce terkedilmiş durumda. Bunun temel sebeplerinden biri de, yanlışlanabilirlik ilkesinin ilk bakışta çok açık ve net gibi dururken gerçek dünyada uygulaması neredeyse imkansız, fazla katı bir ilke olması. Aslına bakarsanız felsefede "demarkasyon problemi" diye anılan bilim denen şeyin etrafının çizilmesi problemi, günümüzde üzerinde doğrudan çok çalışılan bir alan değil -- 1960'ların sonunda Lakatos ile Feyerabend'ın efsanevi tartışmalarından sonra bilim felsefesi kendini daha çok bilimin nasıl işlediğiyle ve elde edilen sonuçların diğer felsefe alanlarına etkisiyle meşgul etmiş.<br />
<br />
Sonuç olarak, Taha Akyol'a evrimsel biyolojiyle ilgilenen herhangi bir hakemli bilimsel derginin bu ayki sayısını okumasını öneriyorum, o zaman evrim teorisinin nasıl hergün her dakika sınanmakta ve yenilenmekte olduğunu görecektir.<br />
<br />
Bu dediklerime benzeyen bir şeyi, Celal Şengör de Akyol'a yazdığı mektupta belirtmiş. Zaten Taha Bey de bu mektuba gösterdiği tepkide ilk yazıda ileri sürdüğü test edilemez, sınanamaz görüşünden geri adım atıp, "sınanmıştır, şimdilik başarılıdır" cümlesindeki "şimdilik" kaydına vurgu yapmayı tercih ediyor gibi gözüküyor. 150 sene sonra "şimdilik" kaydına vurgu yapmak ya aşırı iyimserlik, ya da insafsızlık; kararı siz verin.<br />
<br />
Mustafa Bey'in <a href="http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2009/03/hangi_darwin.php">derdi</a> ise farklı. O da Darwin'in sansürlenmesine karşı olduğunu belirttikten sonra (tekrar, yürekten bir bravo!), ortada başka türlü bir sansürün olduğunu iddia ediyor. Zira Tübitak Dawkins, Gould gibi ateist yazarların kitaplarını yayınlarken, Conway Morris gibi dini yorumlara daha yakın evrimcilerin kitaplarını yayınlamazmış. Efendim Conway Morris'in ismi Akyol'un yazılarında çok geçer oldu. Bunun da sebebi Conway Morris'in doğada bazı örüntüler olduğunu iddia etmesi, evrim yönsüz olmadığını, daha özelde de insanarın ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu savunması. Bu, Tanrı'nın planı gibi dini fikirlerle örtüşen bir görüş, zaten Conway Morris de inançlı bir bilimadamı.<br />
<br />
Conway Morris'in argümanlarının detayını çok takip etmediğimi itiraf edeyim, ama görünen o ki yakınsayan evrime dayalı bir argüman. <a href="http://evrimianlamak.org/e/S%C3%B6zl%C3%BCk%C3%A7e:Yak%C4%B1nsayan_evrim">Yakınsayan evrim</a>, farklı atalardan gelme iki soyda birbirine benzer özellikler evrilmesi. Buna örnek, yarasaların ve kuşların kanatları. Anatomik açıdan birbirinden farklı olan bu yapılar, birbirinden bağımsız olarak, ama aynı problemi çözmek için (uçuş) evrilmiş. Akyol'un verdiği örnek ise, ahtapot ile insan gözleri arasındaki benzerlik. Argüman şöyle devam ediyor: birbirinden bağımsız soylar benzer özellikleri geliştiriyorlarsa burada bir şablon olmalı.<br />
<br />
Fakat bu argüman çok da güçlü değil, zira yakınsayan evrimi şablonsuz açıklamak da oldukça kolay. Bunun üç sebebi var. (1) Örneğin, ahtapotlar ve insanlar birbirinden evrimsel olarak oldukça uzak da olsalar, gelişim mekanizmalarının bir çoğu ortak. O yüzden tam olarak birbirinden bağımsız kabul edemeyiz bunları. Dolayısıyla doğal seçilimin üstüne etki ettiği malzeme tamamen farklı değil, aynı öğeleri içeriyor. (2) Yakınsayan evrim, canlılar aynı problemi çözmeleri gerektiği zaman ortaya çıkan bir şey. Bu da zaten kendi başına olabilecek özelliklere bazı kısıtlamalar getiriyor. Örneğin gözlerin çalışması için ışığı belli bir düzleme odaklaması, orada da ışığa duyarlı moleküller bulunması gerekiyor. Bunun için mesela gözün hacmini dolduran maddenin şeffaf olması zorunlu. Ya da kanatların iyi bir süzülme açısına sahip olması gerekiyor, bu da kanatları yassı ve geniş olması anlamında. Fizik kanunlarının empoze ettiği bu kısıtlamalara şablon demek isterseniz ne ala, ama o zaman ayakta durmak için altımızda katı bir yüzeyin olması gerekmesi de bir şablon. (3) Yakınsayan evrim ürünü olan özellikler hiçbir zaman birbirinin tıpa tıp kopyası değil. Yine yarasalar ile kuşların kanatlarını <a href="http://www.evrimianlamak.org/e/Evrim101:K%C3%B6kende%C5%9F_ve_g%C3%B6revde%C5%9F_yap%C4%B1lar">karşılaştırırsanız</a> görürsünüz ki birisi el parmakları arasında gerilmiş bir deriden, diğeri kol boyunca dizilmiş tüylerden oluşur. Tabi bunun açıklaması çok kolay: memelilerin tüyleri olmadığı için uçmak için tüy evrilmesi yerine kemiklerin arasında bir deri gerilmesi daha olası. Bu bir şablonu izleyen bir "şef ahçı"dan ziyade evdeki malzemeyle çabucak ne yapılabiliyorsa onu yapmaya çalışan bir ev hanımını andırıyor.<br />
<br />
Mustafa Akyol'un argümanının, yakınsayan evrimin neyi kanıtlayıp neyi kanıtlamadığından başka büyük problemleri de var. Öncelikle Akyol, Conway Morris'in görüşlerini tamamıyla yansıtmıyor: Conway Morris evrim kuramının hemen hepsini kabul ediyor, bazı yorumlarında problem görüyor. Daha özel olarak, Akyol'un yakın zamana kadar ateşli savunucusu olduğu Akıllı Tasarım görüşünün hem bilimsel olmadığını, hem de "kötü ilahiyatçılık örneği" olduğunu <a href="http://www.darwinproject.ac.uk/content/view/93/78/">savunuyor</a> (9. soruya verdiği yanıtı dinleyin). Dolayısıyla Akyol'un Conway Morris'i sanki Akıllı Tasarım görüşünü savunuyormuş gibi göstermesi düşünsel açıdan pek de dürüstçe değil.<br />
<br />
Bilimsel konuların, evrimin gerçekliği ya da nasıl işlediği gibi, dini ve metafiziksel konulardan ayrılması gerektiği konusunda Mustafa Akyol'a katılıyorum. Ama Akyol, ateist dediği kesimden beklediği özeni kendisi göstermiyor; tam tersine metafiziksel görüşlerini beğendiği yazarların argümanlarını eksik halleriyle kendi pozisyonunu savunuyormuş gibi gösteriyor.<br />
<br />
Dahası, Dawkins'in aynı zamanda ateist olması, onun evrim konusundaki fikirleri hakkında bir şey ifade etmez. Tübitak tarafından çevirilen kitaplarda da din hakkındaki görüşlerinden bahsetmiyor Dawkins. Akyol'un bahsettiği kitapların Dawkins ya da Gould ateist olduğu için Tübitak tarafından yayınlandığını düşündürecek bir ibare de yok (en azından Akyol bu konuda bir kanıt sunmuyor). Dawkins ve Gould bütün dünyada popüler evrimin en çok okunan yazarları. Gen Bencildir kitabı çıkalı neredeyse 35 sene oldu ve biyolojide en çok satan ve en etkili olmuş kitaplardan birisi. Gould için de durum böyle. Popüler bilim alanında yayın yapan herhangi bir yayınevinin bu kitapları çevirip yayınlaması kadar doğal bir şey olamaz. Öte yandan, Dawkins'in dini görüşlerini savunduğu kitabı Tübitak tarafından değil, özel bir yayınevi tarafından çevirildi (üstüne üstlük yayımcısı da dava edildi ve Dawkins'in sitesine erişim yasaklandı).<br />
<br />
Conway Morris'in kitaplarının çevirilmesini ben de çok isterim, hatta onunla birlikte yine kendileri Hristiyan olan Ken Miller ve Joan Roughgarden'ın kitapları da çevrilsin. Ama evrim üzerine çevrilen kitapların iki elin parmaklarını zor geçtiği ülkemizde Dawkins'in evrim üzerine olan kitaplarının yayınlanmasını ateist sansürcülük olarak nitelemek, üstelik bunu aynı yazarın din üzerine olan kitapları ve web sayfası apaçık sansüre ve baskıya uğrarken yapmak, düpedüz insafsızlık.<br />
<br />
Sonuç olarak, baba-oğul Akyol'ların Darwin konusunda hoşgörü çağrısına katılmamak elde değil. Öte yandan ihtiyacımız olan daha fazlası: bir yandan yazıp çizdiğimiz konular hakkında yeterli bilgi, diğer yandan da başkalarında eleştirdiklerimizi kendimiz de yapmamayı becerecek düşünsel dürüstlük.Erol Akcayhttp://www.blogger.com/profile/13329540244979552298noreply@blogger.com1