25 Aralık 2008 Perşembe

Evrimsel psikolojinin 4 hatası

Bu blogda çoğu zaman evrimsel biyolojinin başarılarından bahsediyoruz, bahsetmeye de devam edeceğiz. Ama her bilim gibi evrimsel biyolojinin de çok sağlam olmayan ve tartışmalı kısımları var. Bunlardan biri de evrimsel psikoloji denen ve isminden de anlaşılacağı üzere, insan psikolojisinin neden ve nasıl evrildiğini araştıran alan. Bir araştırma alanı olarak evrimsel psikolojinin varolması gerektiği tartışma konusu değil; sonuç olarak vücudumuzun her parçası gibi beynimiz ve psikolojik özelliklerimiz de evrilmiş olmalı. Ancak geçtiğimiz 25-30 senelik süreçte Evrimsel Psikoloji (kısaca EP) ismini alan araştırmalar bütünü bu konuya oldukça dar bir perspektiften yaklaşıyor. Bu perspektif kısaca insan zihninin binlerce küçük modülden meydana geldiği ve her bir modülün belli bir uyarlanımsal problemi çözmek için evrildiği hipotezi. Bir benzetme yapmak gerekirse, EP'nin bakış açısına göre zihnin içindeki bu mödüller, bilgisayarınızda yüklü, herbiri başka bir iş yapmak için tasarlanmış programlara benziyor. Örneğin internette gezmek için bir tarayıcı (browser) kullanıyorsunuz. Öte yandan dönem ödevinizi ya da şirket raporunu hazırlamak için bir kelime işlemciye ihtiyacınız var. EP insan zihninin de buna benzer bir organizasyonu olduğunu ileri sürüyor. Örneğin zihinde en iyi eşi seçmek, ya da aldatılıp aldatılmadığını anlamak için ayrı ayrı modüller olduğu iddia ediliyor.

Geçtiğimiz senelerde bu bahsi geçen yaklaşımı ve bu yaklaşımı benimseyen küçük ve kendi içinde oldukça entegre araştırmacı grubunu eleştirenlerin sayısı artmaya başladı. (Ben de uzaktan da olsa -- insanlar üzerine çalışmıyorum -- bu tartışmaya bulaştım.) Bir sebepten dolayı EP'yi eleştirenler arasında filozoflar öne çıkıyor. Örneğin bilişsel psikoloji'de saygın bir yeri olan ve modülarite kavramını ilk ortaya atan Jerry Fodor, EP'nin benimsediği masif modülarite hipotezinden (yukarıda anlattığım görüş) hiç hoşnut değil. Son zamanlarda David Buller isminde bir filozof da "Adapting Minds" (Uyarlanan Zihinler -- kitabın ismi EP'nin önemli başvuru kaynaklarından "The Adapted Mind", "Uyarlanmış Zihin"e bir gönderme) isimli kitabıyla EP'yi eleştirenlere katıldı. Bu yazıyı yazmamın sebebi de Buller'in Scientific American dergisinde bu konu üstüne çıkan yeni makalesi.

Makalenin detaylarına girmeyeceğim; Buller kısaca EP'nin dört temel hatası olduğunu düşünüyor, ve bence söylediklerinin çoğunda da haklı. (Konuyla ilgiliyseniz Adapting Minds kitabını da tavsiye ederim, Buller EP'nin iddialarına ve teorik temellerine karşı detaylı ve okunabilir argümanlar sunuyor.) Bu yazıyı görmeme vesile olan Larry Moran'ın blogunda dediği gibi evrimsel biyologların önemli bir kısmı da (ama çoğunluk olduğundan emin değilim) EP'yi çok ciddiye almıyorlar. İnsan zihninin bilişsel yeteneklerinin evrimi üstüne çalışan, yani evrimsel psikoloji yapan bir çok psikolog bile kendilerini EP grubundan ayırdetmek için araştırma alanları için "evrimsel psikoloji" yerine "bilişsel evrim" (cognitive evolution) ismini kullanıyorlar. Yine de EP özellikle popüler basında oldukça geniş yer bulan ve bir şekilde genel kabul ediliyormuş gibi görülen bir alan olmaya devam ediyor. Bunun sebebini burada bulmak mümkün değil, ama sanırım hem EP'nin iddiaları kadın-erkek arasındaki farklar ile ilgili derin kültürel kanılarla resonans içinde, hem de kullandıkları modülerite kavramı 80'lerden günümüze yerleşmiş teknolojik kültürle uyumlu (o yüzden eğitimli nüfusta bu teoriler prim yapıyor). Buna bir de EP savunucularının gerçekten agresif olduklarını eklerseniz (bunu görmek için yukarıdaki bağlantıda Buller'ın makalesine yapılan bazı yorumları okumanız yeterli), EP'nin neden bu kadar az sorgulandığını anlamak biraz daha mümkün olabilir.

Sonuç olarak insan zihni evrilmiş bir organ, orası kesin. Ama nasıl ve neden evrildiği konusunda şimdilik iyi bir yanıtımız yok. Arayış sürüyor...

23 Aralık 2008 Salı

Dr. Pangloss'un karıncaları

Voltaire zamanının sınırsız iyimserliğini savunan Fizoloflarıyla dalga geçmek için Candide'ı yazdığında, romanın kahramanının yanına "Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz" görüşünü savunsun diye Dr. Pangloss'u koymuştur. Roman boyunca Pangloss meydana gelen bütün kötü olaylara iyimser bir açıklama getirse de Candide'in bu sınırsız iyimserliği bırakmasını engelleyemez.

Bunun karıncalarla ne alakası var şimdi diyeceksiniz. Anlatayım. felsefe dünyasındaki talihsiz (ama olabileceklerin en iyisi) yolculuğunun başlangıcından yaklaşık 200 yüzyıl sonra, 1979 yılında, Dr. Pangloss iki biyoloğun marifetiyle birden kendini bilimsel bir tartışmanın içinde buluverdi. Bu iki biyolog merhum Stephen Jay Gould ile Richard Lewontin idi. Harvard'ın bu iki kalburüstü evrimsel biyoloğun derdi organizmaların gösterdiği her fenotipik özelliğin optimal ve uyumlu olduğu önkabülünü eleştirmekti (makalenin metni burada, İngilizce olarak). Bu fikri belgesellerde çok duyarız. Hayvanların mükemmel duyuları, tam gerekli olduğu kadar zekaları vardır ve çevreleriyle kusursuz bir uyum içerisindedir. İşte Gould ve Lewontin bu varsayımın tam da Dr. Pangloss tarzı bir düşünce biçimi olduğunu ileri sürüyorlardı. Buna göre organizmaların gösterdiği her özellik uyumlu (adaptive) olmak zorunda olmak zorunda değildir, bazı uyumsuz gözüken özellikler tamamen başka özelliklerin yan etkilerinden ibaret olabilirler; bunlara uydurma işlevler yüklememize gerek yoktur.

Gould ve Lewontin'in makalesi çok uzun ve aslında hala süren bir tartışmanın başlangıcı oldu biyologlar arasında. Fakat genel olarak mesleğini icra eden evrimciler bir özelliğe baktıklarında çoğunlukla hala bu özelliğin bir işlevi olduğunu varsayarlar. Çoğu zaman da haklıdırlar. İşte bu hafta bunun güzel bir örneği daha yayınlandı (evet nihayet karıncalara gelebildik).

Yaprak kesen karıncalar (Leaf cutting ants, Atta ve Acromyrmex cinsleri) Amerika kıtalarının sıcak kesimlerinde yaşarlar. Bu karıncalar isimlerini en bariz etkinliklerinden, ormandaki ağaçlardan yaprak kesip yuvalarına taşımalarından alıyorlar. Bu yaprakları tabi spor olsun diye kesmiyorlar, yapraklar yuvada mantar bahçelerinin besini oluyor. Bu bahçelerde yetişen mantarlarla karıncalar larvalarını besliyorlar. Yani anlıyacağınız bu çiftçi karıncalar insanların tarım yapan tek canlı olmadığını gösteriyorlar. Bu hayat döngüleri hakkında söylenecek çok fazla şey var tabi, ama bugün biz sadece yeni çıkan kısa bir araştırmaya değineceğiz.

Kosta Rika'da yaprak kesen karıncalarla çalışan Martin Burd ve Jerome Howard bir süre önce bu karıncaların ne kadar yükü ne kadar zamanda taşıyabildiğini merak edip deney yoluyla bulmuşlar. Ağır yaprak parçaları haliyle yavaş taşınırken hafif parçalar daha hızlı taşınabiliyor. Hesaplayınca ortalama bir işçinin kendi taşıma hızını optimize etmesi için ortalama 35 mg'lık parçalar kesip taşıması gerektiğini bulmuşlar. Fakat normal şartlarda karıncalar ancak 20 mg'dan az parçalar taşıyorlar. Peki neden?

Bir çok olasılık mevcut. Örneğin karıncalar tembellik yapıyor olabilirler. Ya da karıncaların metabolik hızı ancak o kadar yük taşımalarına el veriyor olabilir. Bu ikinci olasılık yukarıda değindiğimiz yan etkiler kategorisine giriyor. Son olarak da bu karıncalar aslında taşıyabileceklerinden daha az taşıyarak koloniye daha çok hizmet ediyor olabilirler. Yani aslında bu davranışları yapabileceklerinin en iyisi. Bu sonuncusu tam da Dr. Pangloss'tan duymayı bekleyeceğimiz şey.

Araştırmacılar bu sonuncu olasılığı dört tane karınca kolonisini laboratuvarda besleyerek test etmişler. Kolonilere farklı günlerde farklı büyüklükle kesilmiş yapraklar vererek işçilerin yuvaya yaprak taşıma hızlarını ve saat başına işlenen yaprak miktarını ölçmüşler. Sonuçlar açıkça Dr. Pangloss'u haklı çıkarıyor: Saat başına işlenen yaprak miktarı, yani koloninin üretkenliği en büyük ya da küçük yaprak boylarında değil ortalarda bir boyutta en yüksek düzeye çıkıyor. Yani işçiler aslında taşıyabilecekleri en büyük yapraktan küçüğünü taşıyarak kolonilerinin gelişme hızını arttırıyorlar. Bunun bir çok sebebi olabilir. Örneğin büyük yaprakları yuva içinde düzgün bir yere koymak daha çok zaman alıyor olabilir. Ya da büyük yaprakların işlenmesi için yuva içinde tekrar küçük parçalara ayrılması gerekiyor olabilir.

Sebebi ne olursa olsun, bu davranış yukarıda bahsettiğimiz tartışmaya çok güzel bir örnek oluşturuyor. Gould ve Lewontin doğru bir noktaya parmak basıyorlarsa da bazen işlevsiz ya da uyumsuz gözüken bir davranışın organizma ya da super organizma düzeyinde uyumlu olması mümkün.

referans:
Burd, M., and J. J. Howard. 2008. Optimality in a partitioned task performed by social insects. Biology Letters doi:10.1098/rsbl.2008.0398

resim: http://en.wikipedia.org/wiki/File:Leafcutter_ants_transporting_leaves.jpg

22 Aralık 2008 Pazartesi

Yar bana bir eğlence medet, ya da "Einstein'i çürütmek"

Efendim, geçen gün gazetelerde çıktı, görmüş olabilirsiniz. Istanbul'daki Okan Üniversite'sinden fizik profesörü Tolga Yarman, son 10 senedir üzerinde çalıştığı projenin sonuçlarını alarak, Einstein'ın genel görelilik kuramını çürütmüş, daha doğrusu bu kuramı çürüten kendi kuramı deney yoluyla kanıtlanmış. Büyük başarı, öyle değil mi? Ufak bir sorun olmasaydı belki: bu büyük olay (ki gerçekten büyük olay, genel görelilik Einstein'ın fiziğe yaptığı en büyük katkı) dünyanın herhangi başka bir yerinde olacağı gibi hakemli bir dergide başka fizikçilerin denetiminden geçtikten sonra değil de, özel bir üniversite'nin düzenlediği basın toplantısında duyuruluyor.

Başka bir vesile ile yazmıştım; bilimsel araştırma hakemli bir dergide yayınlanmadan bilimsel araştırma sayılmaz. Bunun nedeni gayet basit: biz hepimiz fizikçi değiliz, dolayısıyla yapılan bu büyük iddiaların gerçek mi abartmalı mı olduğunu bilemeyiz. Kaldı ki hepimiz fizikçi olsak da bu basın toplantısında ve eşlik eden metindeki eğreti ve eksik betimlemeler ne teorinin ne de deneyin ne olduğunu anlamamıza yetmez. Dolayısıyla bilemiyoruz Sayın Yarman acaba gerçekten devrim yaratacak bir buluş mu yaptı yoksa yalnızca yüksekten mi atıyor...

Benim tahminim ikincisi. Neden mi? Birçok sebebi var.
(1) En başta, genel görelilik çok fazla kanıt tarafından destekleniyor, o yüzden bir deneysel sonucun bu teoriyi aşağı alması beklenecek bir şey değil, bu gibi şeyler genelde 10-20 senelik süreçlerde aksine kanıtların birikmesi ile olacak işler. (Tabi bu Yarman'ın sonuçlarının ilk aksi kanıtlar olması olasığı yok demek değil.)
(2) Yine de bu uzak bir olasılık. Zira Prof. Yarman doktorasını saygın bir üniversitede (MIT) yapmış, dolayısıyla bir bilimsel araştırmanın makalesi yayınlanmadan bitmeyeceğini en azından bir noktada öğrenmiş olması gerek. Bu yüzden eğer yayınlanabilecek kalitede bir teorisi ve verisi olsaydı bunları çoktan Science ya da Nature ayarında bir dergiye göndermişti bile, bu yazıyı da yazmamıza gerek kalmazdı. (Onun yerine Prof. Yarman'ın başarısını öven bir yazı gelirdi.) Ortada yayınlanmaya değer bir sonuç olmadığı kanısını destekleyen bir başka veri de Yarman ve ekibinin geçen sene de gazetelere benzer bir haberle konu olması ve bu (uluslararası fizik dergilerinin prestij sıralaması hakkında gülümseten bazı atmasyonlar da içeren) haberin konusu olan araştırmanın bir seneden fazla süre içinde hiç bir hakemli dergide çıkmaması.
(3) Okan Üniversitesi ve Prof. Yarman'ın ortada fol yok yumurta yokken dahi böyle sansasyonel bir açıklama yapmak için her türlü sebebi de var: özel üniversitelerin bir kısmı bakkal mantığıyla işledikleri için bu tarz reklama ihtiyaçları var. Görülen o ki sayın Yarman da reklama hayır diyecek durumda değil: üniversite içindeki politik durumun ne olduğunu tabi bilmiyoruz ama sayın Yarman geçen sene CHP genel başkanlığına da aday olmuş anlaşılan. Wigner madalyası sahibi (ve Yarman'ın aksine bilimsel başarısının tartışılacak bir yanı olmayan) Erdal İnönü'nden sonra Einstein'ı çürüten adam olarak bilinmek eminim ki Yarman'ın politik emellerine zarar verecek bir şey değildir.

Burada amacım Prof. Yarman ya da Okan Üniversitesi'ni töhmet altında bırakmak değil. Belki de (uzak bir ihtimal, ama yine de) gerçekten elde önemli bir bilimsel buluş var. Ama bilemiyoruz. Ve yukarıda anlattığım gibi aksini düşünmek için çok kuvvetli sebepler var. Bu kaygıları gidermek benim görevim değil, kamuoyunu ikna etmek buluşun sahibinin görevi. Bunu yapmanın da en temiz yolu dünyanın her yanında yüzbinlerce bilim insanının her gün yaptığı gibi araştırma sonuçlarını hakemli dergilerin denetimine ve onayına sunmak. Bu iddiaların bilimsel değeri bu şekilde kanıtlanırsa yukarıdaki ithamların hepsi boş ve anlamsız kalır, ben de özür dilerim. (Benim için en mutluluk verici sonuç da bu olur doğrusu.)

Son olarak bütün bu olayda beni en çok rahatsız eden şeye değinmek istiyorum, o da bu ülkede insanların dayanaksız, belgesiz, makalesi hakemlerden geçmemiş böyle iddiaları ortaya attıklarında sorgulanmadan kabul edildikleri bir medya ve kültür ortamı bulunması. Burda günahın büyüğü okuyucularda değil gazete ve gazetecilerde. Bilim muhabirliği denen şeyin zaten olmadığı ülkemizde gazeteciliğin tamamı giderek basın toplantılarında söylenenleri kağıda geçirip millete önden öğütülmüş olarak iletmekten ibaret bir aktivite haline geliyor. Çok üzücü bir eğilim.

19 Aralık 2008 Cuma

Kuyucuk gölü

Stanford'dan Çağan Şekercioğlu'nun Kars'da Kuyucak Gölü'nde yürüttüğü doğa koruma ve ekoturizm projesi, ve göldeki kuş popülasyonlarının karşı karşıya bulunduğu tehditler hakkında BBC'de bir haber çıktı. Haberde aynı zamanda Çağan'la yapılmış kısa bir röportaj da var. Çağan uzun zamandır Türkiye'de bir çok insanın haberi olmayan bir doğal zenginlik alanını korumak ve aynı zamanda orada yaşayanların da bu doğal kaynaktan sürdürülebilir bir şekilde yararlanmalarını sağlamak için çabalıyor. Bu çabaları sonucunda bu sene doğa koruma dünyasındaki en prestijli ödül sayılan Whitley ödülünü aldı.

Kuyucuk'la ilgili daha fazla bilgiye şuradan ulaşabilirsiniz.

16 Aralık 2008 Salı

Müslüman ülkelerde yaratılışçılık

Bu haftaki (ben bu yazıyı bitirene kadar geçen hafta oldu) Science dergisinde Salman Hameed tarafından yazılmıs iki sayfalık bir makale, İslam dünyasında yaratılışçılığı irdeliyor. Makalenin ana teması evrim fikrinin müslüman ülkelerde nispeten yeni olduğu ve bu konuda yoğun ve ciddi bir tartışmanın henüz yaşanmamış olması. Yazar, müslüman ülkelerdeki durumu özetledikten sonra (maalesef bu bağlamda bizi temsil eden, her zamanki gibi Harun Yahya isminin arkasındaki Adnan Oktar ve grubu), Amerika'daki gibi evrim tartışmasının din ile çatışmaya yol açmaması için neler yapılabileceğini tartışıyor. (Eğer Science'a erişiminiz varsa makaleyi bu bağlantıdan indirebilirsiniz. Yoksa yazarın kendi sitesine koyduğu dosya şu bağlantıdan bulunabilir.)

Makaledeki görüşlerin hemen hepsine katılıyorum. Hameed'in önemli gözlemlerinden birisi İslam inancı ile evrim fikrinin çok da çelişmediği. Gerçekten de Kuran-ı Kerim yaratılışın nasıl olduğu konusunda neredeyse hiç detay vermiyor, verdiği detaylar da evrimle çelişir türden değil. Allah'ın bütün canlıları yaratmış olması bu işi evrim yoluyla yapmış olması fikriyle çelişmiyor. Bu fikre felsefede teistik evrim adı veriliyor, ve İslam dini böyle bir görüş için Hristiyanlık gibi bazı başka dinlere göre çok daha müsait.

Yine de müslümanların evrimi kabul etme oranları batı ülkelerine göre çok düşük (Türkiye'de yüzde 22 yalnızca). Bunun sebeplerini tartışırken Hameed, Hollanda'da yapılan ilginç bir araştırmadan bahsediyor (şu bağlantıdan ulaşılabilir). Hollanda'da yaşayan Türk ve Faslı müslüman üniversite öğrencileriyle yapılan görüşmelere dayanan bu araştırma, bu öğrencilerin genel olarak mikroevrimi (yani bir tür içinde zamanla ufak değişikliklerin meydana gelmesi) kabul etmekle beraber, yeni türlerin oluşumunu reddettiklerini bildiriyor. Bu iki şeyi gösteriyor. 1) İslam inancıyla evrim arasındaki karşıtlık sanıldığı kadar katı değil. 2) Bu öğrenciler yine de evrimin önemli bir kısmının kendi inançları ile çeliştiğini düşünüyorlar.

Bizim iddia ettiğimiz gibi çelişkinin teolojik ya da mantıksal temeli yoksa eğer, sebebi başka yerlerde armak gerek. Bence sorunun önemli bir parçası evrimin ne olduğunun doğru bilinmemesi: Türkiye'de en azından, evrim eğitimi içler acısı bir durumda. Dolayısıyla evrim teorisinin tam olarak ne olduğu konusunda kafası karışık insan çok. (reklamlar: şu bağlantı bu konuda çok iyi bir kaynak.) Mesela mikroevrimi kabul ederken makroevrimi reddetmek ortodoks Darwinci evrim açısından çok tutarlı bir tutum değil, zira bu teoride makro ile mikroevrim arasında çok fark yok, temel olarak makroevrim=mikroevrim+bolca zaman. Mikroevrimi kabul ediyorsanız makroevrimi de kabul etmeniz gerekir. Ancak bilgi eksikliğinin etkisi yalnızca kavramların mantıksal bağlarını kaçırmaktan ibaret değil (evrimciler arasında da makroevrim ve mikroevrimin farklı süreçler olabileceğini düşünenler var). Bilgi eksikliği, propaganda ve dezenformasyon için açık alan bırakıyor. Örneğin yaratılış ve akıllı tasarımcıların ağızlarında sakız olan "Evrim rastgeledir, tesadüflere dayalıdır" argümanı. Doğal seçilim hakkında iki satır bir şey okuyan herhangi biri çok çabuk anlayacaktır ki doğal seçilim rastgele değildir, yönlü bir süreçtir. Doğrultusuz olan, ya da genelde olduğu varsayılan (belli şartlar altında bu varsayım da sorgulanmakta evrimciler tarafından), doğal seçilimin üstüne etki ettiği genetik çeşitlilik. Bu, plajdan bin tane taş toplayıp aralarından yuvarlak olanları ayırmaya benziyor: topladığınız taşların şekilleri yuvarlak olmayacaktır, binbir türlü, rastgele bir çok şekilde taş toplayabilirsiniz, ama ayıklama onunda elinizdeki taşlar yuvarlak olacaktır. Doğal seçilim de işte böyle bir ayıklama süreci (bundan daha kaba, ama milyonlarca yıl devam ettiği için etkisi daha büyük).

Sonuçta evrim eğitiminin eksikliği insanları yanlış bilgilere karşı savunmasız bırakıyor.

Ancak din ve evrim arasında algılanan bu çelişkinin tek sebebi bilgisizlik ya da yanlış bilgilendirilme değil. Evrimin anlatıldığı zaman nasıl anlatıldığı, hangi kültürel çağrışımları yaptığı da önemli. Burada da maalesef evrimciler bazen kendi kendilerini ayağından vuruyorlar. Richard Dawkins gibi görünürlüğü yüksek olan evrimcilerin aynı zamanda ateizmi savunmaları, bunu yaparken de evrim teorisini kendi konumlarını destekler göstermeleri evrim teorisinin dini inançla çeliştiği yanılgısını yaratıyor. Amerika'da bunun farkına iyice varılmış durumda, bilim ve dinin bir arada yaşayabileceğini söyleyenlerin sayısı giderek artıyor. Ken Miller ve Joan Roughgarden'ın yakın zamanda çıkan kitapları buna bir örnek. Din ile bilimin çatışmasının kaçınılmaz olmadığı görüşü tamamen yeni değil; Stephen Jay Gould gibi evrimciler bu görüşü uzun zamandır savunmaktalardı. Yine de son zamanlarda tekrardan güncellik kazandığı bir gerçek. Ne kadar faydası olacak zaman gösterecek, ama bu çabalar en azından evrim teorisinin dindar insanlara tehditkar olmadan anlatılabilmesi ve yapıcı bir tartışma ortamı yaratılması umudunu veriyor. Maalesef Türkiye'de daha bu çabanın başladığını söylemek mümkün değil. Umarım son senelerde başlayan halkı evrim konusunda bilinçlendirmeye yönelik çabalar din ile evrim biyolojisi arasında çatışmanın kaçınılmaz olmadığını da anlatmaya çalışır. Böylece bir kerelik olsun Batı'nın yaptığı bir hatayı tekrarlamadan yolumuza devam etmiş olabiliriz.

Kuşlar yabancı dil öğrenebilir mi?


Her nedense, biz de kuş beyinli sıfatı bir hakaret olarak kullanılır. Halbuki dinazorların akrabası bu kanatlı mahlukatlar, o kadar da salak değiller! Hatta aralarında bazıları var ki (karga, kuzgun ve saksağanları içeren Corvidae grubu) zeka testlerinde bir çok memeliyi geride bırakmakta.

Fakat bu yazıda kargalardan değil çöl çıt kuşlarından (Malurus cyaneus) bahsedeceğiz. Ufak ötücü kuşların çoğu gibi bu Avustralya'lı arkadaşların da birbirlerini havada uçan yırtıcı kuşlara karşı uyarmak için kullandıkları kendi türlerine özgü bir ötüşleri var. Kuşların kendi türünün ötüşlerine doğru tepki vermesi çok şaşırtıcı değil tabi, fakat geçen ay basılan yeni bir araştırma bu kuş beyinli kuşların (!) sadece kendi uyarı ötüşlerine değil başka türlerin uyarı ötüşlerine de doğru tepkiyi verdiğini ortaya koydu. Avustralya Ulusal Üniversite'sinden Robert Magrath ve arkadaşları çöl çıt kuşlarına, Beyaz kaşlı çalı çıt kuşlarının (Sericornis frontalis) uyarı ötüşlerini bir hoperlörden çaldıklarında, kuşların doğru tepkiyi (yani yaptıkları işi bırakıp ortalıktan toz olma) verdiklerini buldular. Bu da aslında o kadar şaşırtıcı değil, zira bu iki türün uyarı ötüşleri birbirlerine çok benziyor. Dolayısıyla kuşların doğru tepki vermesi ötüşlerin birbirine benzerliğiyle açıklanabilir. Fakat araştırmacılar bu çok benzer ötüşleri Avustralya'nın çalı çıt kuşlarının bulunmadığı başka bir köşesinde çaldıkları zaman, bizim çöl çıt kuşları hiç oralı olmamış. Dolayısıyla çıt kuşlarının birbirinin ötüşlerini tanıması sadece ötüşlerin benzerliğinden ileri gelmiyor gibi gözükmekte.

Araştırmacılar bununla yetinmeyip, çöl çıt kuşlarıyla aynı ortamda yaşayan ama çok farklı bir uyarı ötüşü olan bir bal kuşu türünün ötüşlerini kaydedip, hoperlörden çıt kuşlarına çalmışlar. Eğer çıt kuşlarının kaçma tepkisi vermesi ötüşün akustik benzerliğine bağlıysa, kuşların kaçmamasını bekleriz. Fakat kuşlar aynı ortamda yaşadıkları (sympatrik oldukları) bu kuşların ötüşlerine de aynı kaçma tepkisini vermişler.

Özetle, bu ufak kuşlar birlikte yaşadıkları diğer kuş türlerinin ötüşlerini de kendi ötüşleri kadar iyi biliyorlar, bu ötüşler kendilerininkinden oldukça farklı olsa da. Bu hemen akla bir öğrenme mekanizmasını getiriyor, kuşlar yaşamları boyunca etraflarındaki kuşların ötüşlerini öğrenerek kendi güvenlikleri için kullanabilecekleri bilgi miktarını arttırıyor olabilirler. Öte yandan, bu yeteneklerinin altında yatanın bir öğrenme mekanizması olduğu (her ne kadar olasıysa da) kanıtlanmış değil, bu popülasyonlar arasında hızlı bir evrimleşmeyle gerçekleşmiş de olabilir. Fakat mekanizması ne olursa olsun, bu ufak kuşlar başta bahsettiğimiz deyimi pek de haketmediklerini kanıtlıyorlar. Siz, siz olun bir daha kuş beyinli lafını kullanacakken iki defa düşünün.

Referans
Robert D. Magrath, Benjamin J. Pitcher, Janet L. Gardner 2008, Recognition of other species' aerial alarm calls: speaking the same language or learning another? Proc. Roy. Soc. B, DOI: 10.1098/rspb.2008.1368

fotoğraf: http://en.wikipedia.org/wiki/File:Scrub_wren_for_wiki.jpg

2 Aralık 2008 Salı

Dunyanın en eski kolektif davranışı...

...şaşırtıcı biçimde karideslerden geliyor. Çin'de bulunan erken Kambriyen döneme ait (525 milyon yıl önce) yeni bir takım fosiller birbirine sıkı bir şekilde bağlanmış karideslere ait gözüküyor. Yunnan Üniversitesi'nden Hou Xian-Guang liderliğindeki ekibin bulduğu fosiller bazıları 20 bireyden oluşan 22 adet zincir içeriyor. Bulgunun ilginç tarafı günümüzdeki karideslerin bu davranışı sergilememesi. Günümüzde çiftleşmek için bir araya gelip zincirler oluşturan canlılar var, ancak bu karideslerin zincirleri daha çok göç etme amaçlı gözüküyor. Zincirler oldukça da sağlam gözüküyorlar; birçoğu kıvrılıp bükülmesine rağmen kopmamışlar, o yüzden araştırmacılar bireylerin birbirlerine uzuvlarıyla tutunduklarını düşünüyor (uzuvlar fosilleşmediği için bunu kanıtlamak mümkün değil).

Araştırmayı anlatan makale Science'ın 10 Ekim sayısında (abonelik gerekiyor). Fotograflar Science dergisinden, bahsi geçen fosilleri gösteriyor.